Edebiyat#

Erzincan'da doğdu. Erzincan Lisesini 1964'te, Erzurum A.Ü. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyat Bölümünü 1968 bitirdi. Tunceli Lisesinde ve İstanbul'da Vefa Lisesinde edebiyat öğretmenliği yaptı. 

1974'te mesleğinden ayrılarak Dergâh Yayınlarında çalışmaya başladı. 

Ayrıca Türk edebiyatının en büyük yazarlarından, Türk düşünce hayatının en büyük mütefekkirlerinden biri. 

Kısaca baktım ama Tolsoy'la ilgili bişey göremedim Mustafa Kutlunun hayatında. bulan paylaşırsa sevinirim

Kimdir bu Mustafa Kutlu ,

Bilgisi olupta yazabilecek bir insan evladı aranıyor,düşünsenize ismi Tolstoy ile birlikte anıldığına göre epey ünlü bir edebiyat kişisi olmalı.

Araştırmak şart oldu.



çok çapkınmış. ve sade bir yaşam sürdüğü söylenen şair. şiirlerinde sadelik bulmamak mümkün değil. 

13 nisan 1924 doğumlu; 14 kasım 1950 ölümlüdür. 

neyse, tatava yapmadan sadece şiiri bırakıp gidiyorum;

Bekliyorum
Öyle bir zamanda gel ki vazgeçmek mümkün olmasın.
Ellerimde koparmaya çaıştığım zincirlerden kalma yara izleri
Yeni yeni iyileşmeye yüz tutmuş olsun.
Gözlerimde öyle bir karanlık olsun ki, gören kör oldum sansın.
Yanaklarım kurumuş olsun göz yaşlarımdan, dudaklarımsa çatlak çatlak.

Öyle bir zamanda gel ki vazgeçmek mümkün olmasın.
Belki bin tane aşktan geçmiş olayım ve hiçbiri olmasın gözümde.
Hiçbiri tamamlayamamış olsun cümlelerimi,
Hiç biri bağlayamamış olsun geceyi sabaha.
Hiçbirinin gülüşünün her anı senin kadar aklıma işlenmemiş olsun.
Hiçbirinin hayali en güzel haliyle barınamamış olsun beynimde.
Hiçbirinin izi kalmamış olsun bedenimde.

Öyle bir zamanda gel ki vazgeçmek mümkün olmasın.
Sessizce ağladığım anları kimse çığlık çığlığa hıçkırıklara dönüştürememiş olsun.
Ellerim kimsenin üzerinde eriyip gitmemiş olsun, gezinse bile.
Dudaklarım senin adını söylerkenki gibi kıvrılmamış olsun hiç bi ad'a yeterince.
Yerine koymaya çalıştığım her beden yok olup gitmiş olsun kumlar aktıkça tane tane.
Unuttuğumu sandığım, vazgeçtiğimi sandığım,
Sevmediğimi sandığım öyle bir zamanda gel ki
Yerçekimine karşı koysun damarlarımda beni yaşatan her zerre.
Öyle bir zamanda gel ki vazgeçmek mümkün olmasın.

Hasan kaz dağları eteklerinde, ova da yaşayan bir delikanlı ve Emine de kaz dağları zirvelerine yakın bir yerde yaşayan bir dağ kızı olduğu bilinir. 

Hikayemiz esasen Sabahattin Ali'nin hikayesi olup bir türkmen kızını anlatır..

Hasan bir gün eşşeğine pazarda satmak üzere heybesini yükler, heybesinde patlıcan, domates vs vardır ve pazara doğru yola koyulur, o sıra da yolda Emine ile karşılaşır onunda eline pazarda satmak üzere değişik bitkilerden sümbül, anemon, lavanta ve çıra vardır.. Hasan ile tanışır beraberce pazara doğru giderler yolda hasan utanır eşşeğinden iner ve Emineye binmesini söyle oda "düz yolda binersem sonra dağa nasıl çıkarımm" der, beraberce pazara gider yüklerini satar ve dönerler. 

Dönüş yolunda Emine eve götürmek üzere 30 kilo tuz ve gaz alır. artık dağa gazla ve tuzla çıkar ama artık aşk ta vardır, Hasan ile birbirlerine aşık olurlar. 

Fakat Emine'nin annesi bu işin olamayacağını Hasan bir ova çocuğu sense bir dağ kızısın nasıl yaşarsın oralarda der.. Hasanın ailesi de aynı şekilde sen bir ova çocuğusun Emine ise bir dağ kızıdır nasıl yaşarsın dağlarda der.. 

Sonra aileler Hasanı bir imtihana tabi tutarlar, ve 40 okka yük ile ovadan dağa çıkmasını söylerler, bir heyecan ile Hasan yükü alır ve yola çıkar, Emine de kendisine eşlik eder. Emine o kadar çok sever ki Hasana hep moral verir ve onu destekler, ancak belli bir mesafeden sonra Hasan çok yorulmuştur ve sırtında ki yükten sebep sırtı yanmaya başlamıştır bir süre daha devam eder ancak bir yerde kalır ve Emine ye "hadi gel bur da bitsin ben çok yoruldum ve daha gelemiyorum" der, Emine de ailesine söz verdiği için olmaz der ve gider ama arkasından geleceğini düşünür. Fakat Hasan tükenmiştir ve orada yığılır. 

Emine dağdaki ailesinin yanına varır ve annesine hasanın yolda olduğunu söyle, beklerler ama gelmez. Bir an Emine Hasanın sesini duyar gibi olur ama annesi bir ses işitmez ve Emineye unutmasını söyler.

Emine bir hışımla Hasandan ayrıldığı yere gider ancak Hasan yoktur, hemen yandaki dereye düşmüş, boğulmuş ve oradan denize karışmıştır, O sebepledir ki o bölgeye "Hasan Boğuldu" derler ki Hasandan bir daha haber alınamaz. Buna dayanamayan Emine de dağlarda kaybolur ve o güzel Türkmen kızını bir daha gören olmaz..

Hasan Boğuldu bugün balıkesir Edremit ilçesinde Akçaya bağlı Beyoba köyünde küçük bir gölete sahip bir mekan ve her yıl büyük sayıda ziyaretçisi olan turistik bir yer halini almıştır.. mutlaka görülmeli.. 

Anadoluda bir zamanlar bir gezgün varmış, aslında Anadoluda bu insanlar aynı zamanda ulak olarak da adlandırılırmış.

Bir gün yine ulak bir köye uğrar, malum bu kişilerin işleri çocukları etraflarına toplayıp hikayer anlatmak, ve ulak yine başlamış hikayenin orta yerinden...

Bir zaman bir kasabada bir çoban yaşar, bu çoban çalışkan ve elinden her iş gelen bir tüccar imiş. köy köy  gezer peynirdir, yoğurttur, zahiredir toplar ve gider başka köylerde ve kasabalarda satar geçimini bu yolla sağlarmış.

Yine bir gün  bir kasabaya yolu düşer, kisabanın pazarına gider malının bir çoğunu satar ve burada zengin bir ailenin konağına uğrar elinde kalan son malzemeyide burada satar, öğleden sonra yola koyulacakken evde yemek saatidir ve evin hanımı bu çalışkan ve mert tüccarı evine yemeğe davet eder. yemektede tevafüken sanki bir misafir gelecekmiş gibi çok güzel yemekler hazırlanmıştır. leziz pilavlar, yumuşak ve lokum gibi etler, en meşhur çorbalar, tatlılar ve salatalarla bezenmiş sofrayı gören tüccar başka bir misafir geleceğini düşünerek "size zahmet vermiyim benim yemeğim var hem de en güzel kuzuya değişmem" der. 

Tabi evin hanımı merak eder ve bu arada kendisi hamiledir. Tüccara "yahu en güzel yemekler hazırlanmış gel soframıza ortak ol evimize bereket getir" diye ikramda bulunur ama tüccarın yemeğini de merak eder ve göster bakim yemeğini nedir der..

Tüccar atından heybesini indirir ve içinden beze sarılmış şekilde yiyeceklerini indirir ve açar, kadın ne görsün... ekmek, köy peyniri ve taze soğan.. evin hanımı sorar sen bunlar için mi öyle dedin diye, evet dedi bizim tüccar, "hele bir lokma ye" dedi ve bir parça ekmeğe otlu köy peynirinden ve taze yeşil soğan koyar ve evin hanımına ikram eder. Kadın bir lokma alır ve o kadar beğenir ki "gel yemekleri değişelim" der. Kadın o varlık içinde böyle bir keyiften mahrum olduğunun farkına varır ve o günden sonra çevresinde ki aileler için evinde yemek yaptırır ve bol bol ikram eder kendi de sık sık ekmek arası köy peyiniri ve taze soğan yer...

Az önce okudum şiiri, ilginç derecede hakikat dolu ve hayattan bir kesit sundu sanki elimize.. Nazım bir dava adamı, 

boş değil, hoş adam, güzel adam...  

Nazım Hikmet'in muazzam şiiri. 1947'de 1, 1948'de 2 tane yayınlamıştır.

yazılmış en hakiki, en umut verici şiir olabilir.

http://siir.sitesi.web.tr/nazim-hikmet/yasamaya-dair-1-2-3.html

yalnızlık dinmeyen bir sızıdır

Nasıl dayanıyorsun diyorlar;

Bir gün her şeyin biteceğine inanarak ona kavuşma hayaline sarılıyorum... Çünkü aldığı her nefes umuduma yağmur oluyor , yangınımı söndürüyor...



😢


yani; sedece benimsin, birde kara toprağın 

Tasavvuf deyince mevlana gelir akla ve semah dönen dervişler..

Güneydoğu Asya’daki Boro dilinde ‘Onsra’  bir daha âşık olmamak üzere âşık olmak anlamına geliyormuş. Bu kelimenin Türkçe net bir çevirisi  ise şöyledir: “Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır.”

Mâhir İz “Tasavvuf” ismli eserinde şunları söylüyor... 

Güzel bir ses veya saz işitince “Her şey Hakk’ı tesbih eder” meâlindeki âyet-i kerimeyi düşünen, zikir mertebesine yükselmiş olur, hevesât-ı nefsâniyyeyi düşünenler ise o derecede kalırlar.

Zengin bir iş adamı, hafta sonu tatilini bir kayak merkezinde geçirmek istemiş ve orada kaldığı günlerden bir gün, kayma niyetiyle dışarı çıktığında, yoğun bir tipi yüzünden kaybolmuş telefonlar çekmiyormuş o civarlarda, bu yüzden de kimselere ulaşamamış önce biraz yükseklere tırmanmayı denemiş, her tarafı rahatça görmek için ama, tipi oralarda daha da şiddetliymiş. Sonra tekrar aşağıya yöneldiğinde, kendisini ormanlık bir alanda bulmuş,Hava yavaş yavaş kararıyormuş, beyaz görmekten yorulan gözleri gibi. Uzaktan kurt sesleri duyduğunda, korkuya kapılarak paniklemiş. Mağara bile olsa, bir yerlere sığınması gerekiyormuş Etrafına bir kez daha göz gezdirince, ormanın alt yamacında zayıf bir ışık görmüş. Bazen sönecek gibi titreyen zayıf bir ışık Adam son bir gayretle, bata-çıka, düşe-kalka o yöne doğru koşmuş. Birkaç yüz metre ötede tomruklardan yapılan bir kulübe varmış. Kapısının üstüne bir fener asılan, bacasından incecik bir duman yükselen…Adam, yarı donmuş elleriyle kapıyı çalmadan önce, kapı otomatik gibi açılıvermiş. Bir ihtiyar çıkmış gülümseyen bir yüzle, en az seksen yaşında, belki de doksan. Gelen misafirini, oğlu gibi kucaklayıp içeri almış ve kuzinenin yanındaki bir sedire oturtmuş. Zengin adam, konuşmakta zorlanıyormuş. Biraz açıldığında:

“Geldiğimi nasıl bildiniz?” diye sormuş. “Kapıyı çalmadım ki? üstelik de şiddetli bir fırtına vardı.”

Yaşlı adam, onun sırtını sıvazlayıp:

“Sizi bekliyordum” diye tebessüm etmiş. “Pencereden gözleyip duruyordum. Bu yüzden de o feneri dışarı astım.”


Adamın aklı iyice karıştığından, susmayı tercih etmiş. Zaten oldum olası bu tür hassas konuları pek anlamazmış.

İhtiyar devam edip:

“öğle vakti çorba yapmak istedim” demiş.


 “Tarhanayı sakladığım torba elimden kaydı, tencereye iki kişilik tarhana döküldü. Her zaman yaptığım ekmek, bugün iyice kabarıp bir kat daha büyüdü. üç tavuktan sadece biri yumurtlarken, bugün iki tanesi yumurtladı. Anladım ki akşama bir misafirim var.”


Yaşlı adam feneri içeri alırken, diğeri susuyormuş. Ona göre bunlar bir tesadüfmüş, biraz nadir görülse de pek önem taşımayan. Bulunduğu yerden etrafına bakınmış. Oturduğu sedirin alt kısmında, yani yerde duran bir ahşap masanın üstünde iki tabakla birlikte iki de kaşık varmış. İki de bardak tabi.


Yaşlı adama onları işaret edip:

“Galiba eşiniz de evde” demiş. “Herhalde üst katta öyle değil mi?”

İhtiyar gülümseyip:


“ Eşim yirmi yıl önce vefat etti” demiş. “çocuklar da burayı terk ettiler. Kısacası yalnızım. Sofrayı sizin için hazırladım. Hemen geçelim de çorbamız soğumasın.”


Zengin adam iyice afallayıp, ihtiyara farklı bir gözle bakmaya başlamış. “Tesadüf” dediği şeylere de tabi ki… çorbayı büyük bir iştahla kaşıklarken, pencereden dışarıya bir göz atarak:

“Fırtına bir anda kesildi” demiş. “Hava da açtı ama ayaz başladı. Burayı bulmasaydım, kesinlikle donardım. Oysa bu akşam otelde eğlence vardı. Harika bir ziyafet çektikten sonra, havai fişekler atılacaktı. 


Daha sonra sıcacık bir odaya geçip, dev ekrandan televizyon seyredecektim. Ama buna da şükür, az kalsın ölecektim.”


Yaşlı adam, yer masasını göstererek:

“Seni hayata bağlayan bir dilim kuru ekmek, en lezzetli yemeklerden daha iyidir” demiş. “ Bence tarhana çorbası hiç de fena değildi. Yağda yapılan yumurta da öyle. Diğer eksiklikleri de tamamlarız.”


“Diğer eksikler” lafına gülmüş genç adam. Bu daracık kulübeyle o lüks otel arasında dağlar kadar fark varmış, etrafını çevreleyen sarp dağlar kadar. Ama ses çıkarmamış, ne de olsa misafirmiş bu garip yerde.


Karınları doyunca, yaşlı adam onu çatı arasına çıkarmış. Oradaki küçücük bir odaya…

Çatı üstünde bir metre kar olsa bile, içerisi sıcacıkmış, belki otel odasından daha da sıcak.

“Kuzinenin bacası, bu odadan geçer” demiş ihtiyar adam. “Zaten yorganın da tiftikten yapılmıştır. Merak etme üşümezsin, hatta belki terlersin.”


Odanın orta yerinde ahşap bir karyola bulunuyormuş. Hem de iki kişilik, bir zamanlar ihtiyarın eşiyle paylaştığı… Onun ayakucunda da büyükçe bir pencere.


İhtiyar adam, dantellerle süslü perdeleri açarken:

“İşte bu da televizyonun” demiş. “ üstelik de dev ekran. Arkada

gördüğün dağlar bu civarın en güzel dağlarıdır. 


Eğer dikkat edersen, ayın yakamozlarını dağdan akan şelalede görebilirsin.”

Zengin adam, yatağa oturarak dışarıyı seyretmeye koyulmuş. İnanılmaz güzellikte bir mehtap varmış. İhtiyar adam, önce kutup yıldızını göstermiş ona, kaybolan insanlara yol gösteren. Tarif etmiş onun nasıl bulunduğunu.


 Sonra gökyüzünde bir yer işaret etmiş, adeta ışıktan bir nehir oluşturan, “Saman Yolu” adıla şöhret bulan.

Zengin adam, belki hayatı boyunca hiç dikkatle bakmadığı gökyüzüne bakarken, ihtiyar ona kayan bir yıldız gösterip:


“Bu günlerde meteor yağmuru var” demiş. “Dikkat et de yıldızlar düşmesin üstüne. Oteldeki havai fişek gösterisi, bunların yanına sönük kalmaz mı?


Zengin adamın gözleri hala yıldızlardaymış, biraz farklı bakıyormuş artık dünyaya. Anladığı kadarıyla “mutluluk” denen iksir, bakmaktan çok görmesini bilenlerinmiş. Odadaki gaz lambasını işaret ederek:


“Bu feneri her akşam, dış kapının üzerine asmalısınız” demiş. “Benim gibi cahilleri buraya çekip, ruhlarını aydınlatmaya sebep olsun.



Alıntı.

Sizi şaşırtacak ama Dünyada Latin alfabesinden sonra yazı dili olarak en çok kullanılan yazı sistemi Arap alfabesidir. Arap dili de özellikle felsefi kavramlar ve anlam zenginliği açısından da çok önemli bir dil olmuştur.

‘Alice Harikalar Diyarında’, bildiğimizin aksine bir çocuk kitabı değildir. Bir matematik profesörü ve aynı zamanda bir rahip olan yazar, bu kitabı dönemin İngiltere’sini eleştirmek için Lewis Carroll takma adıyla yazar. Kitabın başlarında Alice aşağıya düşer ve bir tavşanla karşılaşır. Önünde iki yol vardır, tavşana sorar:

“Hangi yoldan gideyim?”

Tavşan bugüne değin duyduğum en iyi cevaplardan birini verir:

“Nereye gideceğini bilmiyorsan hangi yoldan gittiğinin hiçbir önemi yok.

Tavşanın diğer yanında bir tavşan da ben olsaydım derdim ki:

“Aslında, nereye gideceğini bilmenden daha önemlisi, kim olduğunu bilmen. Kim olduğunu bilirsen, gideceğin yer değiştiğinde ortalıkta dımdızlak kalmazsın ve nereye gideceğini çok daha iyi belirlersin.”

Müslüman bir tavşanın bir rahibin yazdığı kitapta yer alma imkanı olmadığı için bu sahne gerçekleşmedi…

Ahmet Şerif İzgören.

Şu hortumlu dünyada Fil sadece Hayvandır.

Bazen o kadar yalnız hissediyordu ki, karlı yolda  geri dönüp tekrar yürüyordu ayak izlerini görmek için, bu ona yalnız olmadığını hissetiriyordu..

1 2