ölsün# Gündem

Peki ne olmalıydı, aslında Türkiye'de seçim ve temsil kanunları değiştirilmeli.. iktidar bile olsa kanun dışında olan bir eylemi şuç isnat edememeli. eğer mecliste temsil alan parti veya vekiller kafalarına göre kanun çıkarıp herşeye keyfi yaklaşır bir tek adamın peşinden giderse olacağı budur.. 

Senden olmayanı ve tüm farklı görüşleri aynı kefeye koyan bir anlayış elbet hesabını verecek.. iki yüzlü siyasetçiler gerekli cezaları almadıkları sürece bu yüzsüzlüklerine devam edeceklerdir.. ama önemli değil, başkalarına yapıştırmaya çalıştıkları gibi ipleri dışarıda olduğundan paraya veya başka zaaflarına köle oldukları sürece onun bunun soytarılığını yapmaya devam edeceklerdir.. 

o zaman günahsız olanlara dua edelim, çünkü devleti yöneten akıl, vicdansız..

Türkiye Büyük Millet Meclisi, 12 gün sonra 100 yaşına basacak. Bu yüzyıl içinde Meclis’te büyük krizler, sert tartışmalar hatta yumruklaşmalar yaşandı. Stenograflar bütün olan biteni, hakaretleri, küfürleri zabıtlara geçirdiler. 

Ama Meclis’in 100’üncü yıldönümüne günler kala, görüşülen af tasarısı sırasında, herhalde stenograflar bile o zaptı tutarken utanmıştır:


“Meral Danış Beştaş (Siirt-HDP): Ben de bütün kamuoyunun gözünün önünde şunu söylüyorum. İdris Baluken cezaevinde ölsün mü? ( AK Parti sıralarından “Ölsün” sesi) Figen Yüksekdağ ölsün mü? Selahattin Demirtaş ölsün mü? Ahmet Altan ölsün mü? ( HDP sıralarından alkışlar, AK Parti sıralarından gürültüler) 


Başkan: Peki, teşekkür ederim.


Özlem Zengin (Tokat-AK Parti)  Sayın başkanım, bu olamaz, biz kimse ölsün demiyoruz.


Başkan: Değerli arkadaşlarım, lütfen


Meral Danış Beştaş: Ölsün mü? Bunu söylüyorlar. Şu anda bunu kabul edemeyiz.


Başkan: Lütfen... Peki... Kayıtlara geçmiştir değerli arkadaşlarım.”


Halbuki bu Meclis, bundan 99 yıl önce kuruluşunun birinci yıldönümünde, ülke hala işgal altındayken ve cephelerde işler hiç de iyi gitmezken, insanların haksız yere hapsedilmesini engellemek için Hürriyet-i Şahsiye Kanunu’nu görüşmeye başlamıştı.


Kanun teklifini veren Çanakkale Savaşı’nda topçu teğmen olarak görev varmış, Kastamonu mebusu avukat Abdülkadir Kemali Bey’di. (Öğütçü)


Teklif ceza kanunun 203’üncü maddesine ek maddeler getirmekteydi. Bu maddeler kabul edilirse hala bu suçlardan cezaevinde yatacak mahkumlar da affedilmiş olacaktı.


Kanunun bazı maddeleri şöyleydi:


Madde 1: Rütbe ve mevkii ne olursa olsun herhangi bir devlet memuru kişisel özgürlüklere ya da milletin doğal ve medeni hukukuna tecavüz ederek Kanun-i Esasi’yi ihlal ettiği takdirde 3 yıldan az olmamak üzere hapis cezasına çarptırılacaktı 


Madde 3:  Kanun-i Esasi hükümlerine aykırı hareket eden herkes, vekil bile olsa, kişisel olarak sorumlu olacaktı


Madde 4: Birinci maddede yazılı suçlardan dolayı zarara uğrayanlar zararlarını mahkemelerinde dava açarak karşılayabilecekti 


Madde 7: Usule aykırı olarak hapsedildiğini ve Kanun-i Esasi hükümlerine aykırı hareket edildiğini ileri sürerek bu suçları işleyenleri protesto etmek isteyenlerin, protesto evraklarını kabul ve bunu ilgili kişilere gönderme sorumluluğu noterlere aitti. Aksi takdirde noterler de bu suçlara katılmış sayılarak 3 yıldan az olmamak üzere hapis ve ayrıca para cezasına çarptırılacaktı 


Madde 8 ve 9: Bu maddelerde belirtilen suçlardan mahkûm olanları affetme yetkisi ve bu maddeler hükümlerine aykırı olan tüm kanun ve tüzük maddeleri yürürlükten kaldırılacaktı.


Abdülkadir Kemali Bey yasa teklifinin gerekçesini şöyle  yazmıştı: 


“Devrimiz ihtilal ve inkılaplarında gaye, hukuk ve bütün özgürlüklerin her türlü saldırıdan korunmasını sağlamaktır. (…) Gayrı kanuni ve gayrı insani baskılar, nereden gelirse gelsin menfurdur ve karşı koyma hakkını doğururlar. (…) Mevcut düşmanı denizlere döktükten sonra yurt içinde hürriyet ve hayat hakkı namına yeniden mücadelelerle, yeniden kanlar fışkırtmaya mecbur olmayarak huzur ve sükûn içinde, karşılıklı görev ve hukuka, hükümetçe ve milletçe azami ölçüde uymanın çarelerini şimdiden kesin olarak düşünmek zorunluluğundayız”.


Yasa teklifi uzun süre Meclis’te bekletildikten sonra Cumhuriyet’in ilan edilmesinden sekiz ay önce 12 Şubat 1923 günü uzun tartışmalar sonunda kabul edildi. 


Kanunun kabul edildiği gün sadece Ankara hapishanelerinde haksız yere tutulan 68 mahkum tahliye edildiler.


(Kaynak: Ahmet Demirel, “Rüya Gibi Bir Kanun: Hürriyet-i Şahsiye Kanunu”, Toplumsal Tarih, Nisan 2020)


Ama savaştan sonra Abdülkadir Kemali Bey’in korktuğu başına gelmişti.


Muhalif fikirleri yüzünden İkinci Meclis’e alınmamış, Adana’ya dönüp Toksöz gazetesini çıkarmaya başlamış, 4 Mart 1925’de Takrir-i Sükun Kanunu ilan edilince gazetesi kapatılıp, tutuklanmıştı. 


11 ay hapis yattı. 1930 yılında Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulunca, cesaret edip Ahali Cumhuriyet Fırkası’nı kurdu. Menemen olayları üzerine Serbest Fırka kendini feshedince, bir kere daha hapse girmemek için partisi kapatıp ailesini alarak Beyrut’a kaçtı. 


Ama 16 yaşındaki oğlu gurbette fazla dayanamadı, bir yıl sonra kaçarak Adana’da babaannesinin yanına yerleşti. Çırçır fabrikalarında işçi olarak çalıştı. 1938 yılına askere gitti. 


Askerdeyken bir gün koğuşları basıldı, eşyaları arasında Maksim Gorki ve Nâzım Hikmet kitapları çıkınca "yabancı rejimler lehinde propaganda ve isyana muharrik" suçundan tutuklandı.


Komünist bir darbe için orduda örgütlenen bir örgütün üyesi olmaktan beş yıl hapis cezası aldı. Örgütün lideri 38 yaşındaki genç şair Nazım Hikmet’ti. Aynı iddialarla Bahriye’de astsubay olan kardeşine Sabahattin Ali’nin kitaplarını vermek suçundan 28 yaşındaki genç yazar Kemal Tahir de tutuklanmıştı. 


Abdülkadir Kemali Bey’in 24 yaşındaki oğlu, kitaplarını okuduğu için tutuklandığı Nazım Hikmet’le hapishanede tanıştı. Ondan felsefe, Fransızca dersleri aldı, yine onun teşvikiyle yazmaya başladı.


1943 yılında cezası bitip hapisten çıktı, ilk romanı babasından da esinlenen bir adla imzaladı: Orhan Kemal.


Baba Abdülkadir Kemali Bey ancak İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra adı konmadan çıkan siyasi afla 1939 yılında Türkiye’ye dönebildi.


Nazım Hikmet ise 1950 yılına kadar 13 yıl boyunca kitapları bazı askerlerden çıktığı için darbecilikten hapiste kaldı.


Hapiste daha uzun da kalabilirdi. Eğer 1950 yılındaki af çıkmasaydı...


Aslında o aftan da yararlanamayacaktı. 


DP iktidarının 14 Mayıs 1950’den önce işlenen suçlara af getiren yasasının kapsamının içinde komünistler yoktu. Özellikle de tartışmaların odağındaki Nazım Hikmet...


Ne iddianamesindeki haksızlıkların Vatan gazetesi tarafından teşhir edilmesi, ne kendisinin ve annesinin açlık grevi, anti-komünist DP’li vekilleri yumuşatmaya yetmemişti. 


Zabıtlardan okuyalım: 


Şevket Mocan (DP Tekirdağ Milletvekili): Ben komünisti siyasi mahkûm telâkki etmiyorum. Komünist bence haini vatandır. Çünkü. Komünist vatan tanımaz....Ben katiyen affın bu maddesinin tâdiline elim kalkıp da rey vermeyeceğim. Haini vatanı, casusu, ihtilâlciyi ben affetmem.. (Kimse affetmez sesleri)


Ahmet Gürkan (DP Tokat Milletvekili): Nâzım Hikmeti müdafaa edenler gelsinler kürsüde onu müdafaa etsinler. Arkadaşlar mevzu çok mühimdir, mesele Nâzım hikmet meselesi değildir. Mesele Türk Milletinin varlığı davasıdır... Evet bu uğursuz kızıl kuduz Türk Milletini ısırmak için hırlarken onun ağzından sızan salyaları yalıyanları elbette tecziye edeceğiz


Tevfik İleri (Ulaştırma Bakanı) Nâzım Hikmet niçin mahkûm edilmiştir? Türk ordusunu ve Türk bahriyesine kundak sokmak suçundan mahkûm edilmiştir... Mukaddes Türk Ordusuna, Türk Bahriyesine, yarın bu memleketi koruyacak olan büyük varlığa, bizim sigortamıza, bizim garantimize fesat ve isyan mikrobunu \ sokan bir insanı nasıl dışarı çıkartacağız. Arkadaşlar, bu memlekette ve bu memlekete bağlı tertemiz yüz binlerce insan, yüz binlerce milliyetçi Türk genci, gözünü dört açmış,

aman Nâzım Hikmet'i affetmeyin diye yalvarmıyor mu? (Bravo sesleri, alkışlar). Bunu affettiğimiz gün, bu gençlerin kalblerini kıracağız, yüreklerini sızlatacağız. (Bravo sesleri)

(Doğru sesleri)”


Ama bunun eşitliğe aykırı olduğunu iddia eden DP’li milletvekilleri de vardı. 


Sonunda komünistler af kapsamının dışında tutuldu ama açlık grevi yapan Nazım Hikmet, işlediği darbecilik suçu af kapsamına girince yattığı süre hesaplanarak serbest kaldı.


1966 yılında bu kez Orhan Kemal, aynı 141 ve 142. maddelerden yargılanıp, tutuklandı. Bir ay sonra serbest kalabildi. 1970 yılında gittiği Sofya’da hayatını kaybetti.


Onun gibi 141 ve 142. maddelerden hapse girmiş siyasi mahkumların, 1974 yılında Cumhuriyet’in 50’inci yıldönümü için çıkarılan affın içine girip girmemesi için de Meclis’te hararetli tartışmalar yaşandı. 

Dönemin Başbakan’ı Ecevit ve Başbakan Yardımcısı Erbakan Komünistleri, anarşistleri affetmekle suçlandı. Demirel, CHP’yi anarşinin yanında durmakla suçladı, “17. Türk devleti ilelebet yaşayacaktır” nutukları attı. Turhan Feyzioğlu “Türkiye’nin kaderi Leninci Atatürk düşmanlarıyla, Abdülhamitçi Atatürk düşmanlarının keyfine bırakılmayacaktır” dedi.

Nihayet siyasi suçlulara af önce Senato’dan  daha sonra Meclis’ten geçmedi. Siyasi suçlular ancak bir ay sonra Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararıyla affın kapmasına girip tahliye olabildiler. 


Sonra 12 Eylül darbesinin hapishanelere doldurdukları için 1991’de af çıkarken Meclis’te benzer itirazlar yükseldi, 1999 yılında çıkarılan affın amacının vatan hainlerini, teröristleri affetmek olduğu söylendi.


100. yılında Meclis’in önünde yine infaz indirimi adı altında bir af yasası var. 


Ve yine affın kapsamı herhangi bir şiddet eylemine karışmamış siyasi mahkumlar ve tutukluları kapsamıyor.


Bunu eleştirenlere AK Parti grup başkanvekili önceki gün şöyle cevap verdi:


“Efendim hapishaneler. Soracağım ben. Darbeciler olmasın mı hapishanede? PKK’lılar olmasın mı?... Bu mudur yani, bu mudur?”


28 Şubat’ta mağdur edilmiş hukukçu bir siyasetçinin hapishanelerdeki bütün siyasi mahkumları kolayca darbeci ya da PKK’lı ilan ettiği cümleleri, 100 yıldır Meclis zabıtlarında örnekleri çokça bulunabilecek bir muktedir demagojisi...


Ama on adet konuşmasının delil olduğu bir iddianameyle terör örgütü üyeliğinden 15 yıl hapis cezası almış, bundan dört yıl öncesine kadar Meclis’in en aktif grup başkanvekilinin adı kürsüde “Hapiste ölsün mü” diye telaffuz edilince iktidar sıralarından yükselen  “Ölsün” sesi, bu devrin empatiyi atının terkisine atmış orijinal bir içeriği olarak zabıtlardaki yerini aldı.


Yüzyıl önce savaş koşullarında haksız yere insanların hapse atılmasını engellemek için kanun çıkarmış bir Meclis’te yüzyıl sonra haksız yere hapse atılmış bir milletvekili için yankılanan “Ölsün” sesi..


Bir asırlık tecrübeden geriye o ses kalmamalıydı...


Yıldıray Oğur
https://m.karar.com/olsun-1555795