Neler oluyor

Tarih#

Ülkemizde ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde her yıl milli bayram olarak kutlanan 19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı Mustafa Kemal Atatürk'ün Bandırma Vapuru ile Samsun'a çıktığı tarihtir.  

Ve bugün İtilaf Devletleri'nin işgaline karşı Türk Kurtuluş Savaşı'nın başladığı gün kabul edilir. M.Kemal bu bayramı Türk gençliğine armağan etmiştir. 

l. Konstantinos'un Milvian köprüsü savaşı sırasında ordusuna taşıttığı bayrağın adıdır.. ve bu savaşın en önemli sonucu l. Konstantinos imparatorluğun batı kısmında tek hükümdar olmuştur.. 

I.Justinianus döneminde 532 yılında Konstantinopolis'te meydana gelen ve şehrin o zamana dek gördüğü en şiddetli ayaklanmadır. Şehrin yarısı yanmış ve zarar görmüştür. On binlerce insan hayatını kaybetmiştir.

13 Ocak 532 günü kalabalık ve öfkeli gruplar Hipodrom Meydanı'na geldiler. Hipodrom saraya çok yakın bir yerde idi. Başlangıçtan itibaren kalabalık İmparator I. Justinianus'a hakaretler etmeye başladı. Günün sonunda, 22. yarışta kalabalık dini şarkılar söyleyerek saraya saldırmaya başladı. 'Nika' kelimesi "kazan", "kazanan sen ol" anlamına gelmektedir. 

Sonraki beş gün içerisinde sarayda bir kuşatma yaşandı. Kargaşadan dolayı çıkan yangınlar kente büyük zarar verdi. Özellikle şehrin önde gelen kilisesi Ayasofya zarar gördü.

Kargaşanın sonunda imparator I. Justinianus, ayaklanan 30 binden fazla kişiyi hipodromda toplayıp katlettirmiştir. Sonrasında ayaklanma sona ermiş ve Justinianus, başta Ayasofya olmak üzere yeniden inşa ettirmiştir.

Hz. Osman'ın zamanında gerçekleşen ilk büyük deniz savaşı ve zaferi. 

655 yılında İslâm devleti ve Bizans donanmaları arasındaki ilk büyük deniz savaşı gerçekleşti. Mısır valisi Abdullah b. Sa’d ve şam valisi muaviye b. ebu süfyan öncülüğünde 200 gemilik bir donanma ile Anadolu sahillerine doğru denize açıldı. Müslümanlar Antalya’nın Finike ilçesi açıklarında (bazı rivayetlere göre İskenderiye) bizzat imparator II. Konstans’ın (641 - 668) kumandası altındaki 500 parçadan oluşan Bizans donanması ile karşı karşıya geldiler. Yelken direklerinin çokluğu sebebiyle İslâm tarihinde ‘’Zâtü’s-savârî’’ adıyla anılan savaş Müslümanlar’ın kesin galibiyeti ile sonuçlandı. Bu zaferle Bizans’ın Doğu Akdeniz’deki hâkimiyeti sona erdi.
Savaş sonrasında askerlerinde biriyle kıyafetini değiştiren bizans imparatoru esir olmaktan kurtulur ve ancak bu şekilde istanbula dönebilir.

Dünyanın soğumaya başladığı ve kaya kütlelerinin oluştuğu dönemde dünyanın dönüş hızı şuankinin 4 katı kadardı.. yani bir gün 6 saat civar isi ve güneş 3 saatte doğup batıyordu.. 

Dünyanın oluşumu malum 4 milyar yıldan fazla bir zaman aldı ve çok yavaş ilerliyor.. bu arada yine oluşumdan milyonlarca yıl sonra 20 milyon yıl boyunca dünyaya meteorlar düşüyor ve her biri içeriğin de çok az da olsa su molekülleri getirmekte idi ve zaman içerisinde dünya yüzeyinde su birikmeye başladı. 

Şuan ki deniz ve okyanusların oluşması için 500 milyon yıldan fazla dünya soğuması için yağmur yağdı, bunu daha önce belirtmiştik ama dünya yüzeyinin çok büyük kısmının sular altında olduğu zamanlar dünya yaklaşım 700 milyon yaşındaydı.. 

Bu sırada dünya çekirdeği mağma kaynamakta ve yer yer volaknlar patlıyor, suyun bulunduğu yüzeylerde bu patlamalar sonucu adalar oluşuyor.. Dünya daha çok geçn ve zaman içinde bu adalar birleşip kıtaları oluşturacak..

Aynı zamanda atmosfer hala çok zehirli ve sıcak, bu şartlarda hiçbir canlı yaşamaz..  

3.8 milyar yıl önce bişeyler gök taşlarının yörüngesini değiştirdi ve dünya tekrar bir meteor yağmuruna maruz kaldı ama bu sefer çok daha şiddetli idi. ama bu meteorlar geldiklerinde içerisinde karbon, ilker proteinler ve amino-asitler getirdiler ve hemen hepsini okyanısların dibine bıraktılar..

Okyanısların dibinde bulunan çatlaklardan sızan su ve meteor kalıntıları yüzey çekirdeğinin altında bir kimyasal gaz oluşturdu, bu gaz okanus tabanında bacaya benzer şekiller oluşturarak okyanusa karıştı ve okyanus o dönem için kimyasal bir çorbaya dönüştü ama aynı zamanda meteorlar ve yüzey altından çıkan kimyasalların bir araya gelerek girdiği reaksiyon sonucunda  denizler mikro organizmalarla doldu.. bu tek hücreli bakteriler gezegenin ilk yaşam formlarıydı.

Sonra milyonlarca yıl böyle kalıyor, evrim denen süreç hiç değişmeden sadece atmosferik olaylarla dünya yüzeyi kendisini milyonlarca yıl sonrasına hazırlamakla meşgül oluyor..

Dünyanın oluşumu gerçekten içinde bir çok gizem barındırıyor, tabi şuan bilimsel olarak ortaya konan bütün veriler aşağı yukarı hepsi gerçeğe yakın teorilerden oluşuyor hemen hiç birinin kanıtlanmışlığı yok malesef..

Örneğin dünya daha çok yeni çok taze ve mars büyüklüğünde saniyede 15 km hızla (kurşundan 20 kat hızlı) "tia" isimli genç bir gezegen dünya yüzeyine çarpıyor ve trilyonlarca ton kalıntı uzaya dağılıyor, ama binlerce yıllık yer çekimi sihrini yapıyor ve enkazı dünyayı çevreleyen kırmızı sıcak toz ve kaya halkasına dönüştürüyor. ve genişliği 3000 km olan bir top oluşmuş oluyor. Bu ayın oluşumu idi.

Ay o zamanlar şimdiki gibi 400bin km uzakta değildi. o zaman 22bin km uzakta idi..

Birçok peygamberin geldi soy olduğundan genelleme yapmak doğru olmaz tabi ki ancak geleneksel olarakta çöl ikliminden dolayı ve eski adetlere olan bağlılık ve son 30 - 40 yıl dışında eğitim ve öğretime gerekli önemin verilmemiş olması, maalesef toplumsal olarak arapları bir çok konuda bencil ve acımasız yaptı.. 

Tarih boyunca batı dünyasının en büyük hilesi kardeşi kardeşe vurdurmaktır ve birbirini en çok vuran toplum araplar olmuştur. tümüyle kendi menfaatini düşünen ve kendi gibi olmayan herkesi yok eden vahabi ve selefi anlayışlar oturdu bu kitlenin içine ama yine söylüyorum  çok salihane ve çok vicdan sahibi kardeşlerimizde yok değil.. ne diyelim rabbim ıslah etsin hem bizi hem tüm müslümanları

Bu arap milleti çok garip bir şekilde tarih boyunca istisnalar haricinde çok defa Türkleri hep arkadan vurmuşlar.. 

Örneğin Selçuklu döneminde Sultan Melik Şah'a bağlı halife Muktedi ki Selçuklu sultanının kızı Mehmelek  Hatun ile evli idi.. ama neden bilinmez hem eşi Mehmelek hatuna hemde yanındaki diğer Türk yardımcılarına hep kötü davranırmış, bir noktada sultana isyan eden halife şehre gelen Melik Şah kızına yapılanların hesabını sorar ancak korkan ve pişman olduğunu ileri süren halife on gün süre ister, ancak dokuzuncu günde halife Muktedi sultan Melik şah'ı av etinden zehirler ve ölümüne neden olur.. 

bu kuyruk acısı nerden geliyor merak ediyorum ama muhtemelen sadece kendini beğenmişlik ve enaniyettendir.. ve bu cehaletleri yüzyıllardır devam ediyor..  

Avrupa'da ve Dünya'da ortaçağ boyunca hayalet bir seri katil gibi kol gezen ve dünya üzerinde sadece 14. yüzyılda toplamda 200 milyon kişinin ölümüne neden olan vebanın, namı diğer "kara ölüm'ün" neden olduğu bir süreçtir,  rönesans ve reform

Çin ve Orta Asya'dan başlayan veba, 1347'de Kırım'da bir Ceneviz ticaret merkezini kuşatan Moğol ordusunun vebalı cesetleri mancınıkla kentin içine atmasıyla Avrupa'ya taşındı. Öyle ki çok sayıda soylu da veba dan etkilendi..  Vebadan ölen soylular arasında Aragon kralı IV. Pedro'nun karısı Kraliçe Leanor ve Kastilya kralı XI. Alfonso'nun oğluyla evlenmeye giderken Bordeaux'da ölen, İngiltere kralı III. Edward'ın kızı Joan da vardı.

Veba'nın Avrupa açısıdan en önemli siyasi ve demografik etkisi kilisenin etkinliğinin ve otoritesinin zayıflaması olarak görülebilir..

Bu süreçte tıp bilimi gelişmeye başlamış, eski yunanca eserlerden tercümeler artmış, halk aydınlanmaya başlamıştı.

Veba salgını uluslararası ticaretin de zayıflamasına neden oldu. özellikle deniz ticaretinde İtalya'daki şehir devletleri çok zarar etti.. Ayrıca Anadolu topraklarında Osmanlı devletinin faaliyet ve fetihleri neticesinde yeni yollar arayışı da rönesans ve reform sürecinin başlamasında etkili olmuştur..

salgın, sosyal ilişkileri zayıflattı, aileler birbiriyle görüşemez oldu. cenazesi olanlar işlemleri yapacak kimseyi bulamadılar. Halk sağlığı kavramı ve tıp gelişmeye başladı.

roma zamanında çok önemli olan hamam kültürü bir anda itibar kaybına uğradı. kiliseye göre açık tuvalet ve hamamlar günah yuvalarıydı. tanrı'nın buralarda günah işleyenler yüzünden insanları cezalandırmak için vebayı gönderdiğine inanıldığı için kilisenin baskısıyla hamamlar ve tuvaletler kapatıldı.

ortaçağ'da kötü ruhları üzerinde topladığına inanıldığı için kediler öldürülürdü, bu yüzden şehirlerde fare sayısı arttı. vebanın farelerle bulaşması, kedi katliamını sona erdirdi.

Ayrıca ekonomik nedenler arasında, vebadan önce işsizlik varken, nüfusun azalmasıyla işçinin kıymeti ve ücreti arttı.

salgından sonra daha az kişiye daha çok yiyecek kaldığı için beslenme kalitesi arttı. alternatif gıdalar çoğaldı. hayat standardı yükseldi. buğday, domuz, demir, çivi, kumaş, tuz, mum, tabut, cenaze malzemeleri, ilaç ve demir haricindeki yiyecek ve malların fiyatları düştü. özellikle insan emeği isteyen sanayi ürünlerinin fiyatı artmıştır.

nitelikli iş gücü azalıp, özellikle iyi duvarcılar öldüğü için mimari sadeleşti. bu dönemde ölüm o kadar sıradan bir hâle gelmişti ki, iskeletler sanatçıların modeli oldu. ölüm ve ıstırap her sanatçının ilgi alanı oldu.

veba karşısındaki aczi kilisenin otoritesini zayıflattı. din adamları arasında ölümün fazla olması sebebiyle latince'nin ibadet ve eğitimdeki yeri zayıfladı.

birçok eski filozof ve yazarın eserleri mahalli dillere çevrilmeye başlandı. mahalli yazarlar kendi dilleriyle önemli eserlerini kaleme aldılar. kilisenin otoritesini ve itibarını kaybetmesi, insanların kilise karşısındaki hayal kırıklıkları reform hareketiyle sonuçlandı. avrupa'da ortaçağ boyunca hayalet bir seri katil gibi kol gezen ve Avrupada toplamda 25 milyon dünyada ise 200 milyon kişinin ölümüne neden olan vebanın, neden olduğu iyi neticelerden biridir.

Öyle bir toplum ki bu araplar peygamber ve sonraki halife Hz Ebu bekir hariç Hz Ömer Osman ve Ali katleden bir cahillik mavcut ki Hz. peygamberin torununu da katlettiler..  

tabi genellemek istemem içinde mutlaka çok kaliteli ve vicdanlı olan kardeşlerimizde mevcut ama maalesef arap coğrafyası genel olaraka sıkıntılı ve geri kalmış, gereksiz bir milliyetçi vahabi bir anlayış yönetiliyor olmaları sanırım onların imtihanları.. 

Neandertaller gerçekte hiçbir zaman yok olmadı, en azından genetik olarak. Genomlarının yüzde 20 ila 70’i bugün hala bugün bizimle yaşıyor. DNA miktarına bakılacak olursa bugün etrafta, her zaman olduğundan çok daha fazla Neandertal var.

Neandertaller birçok kez ekstrem iklim değişiklikleri yaşamış ve beraberinde gelen zorlu koşulları atlatmışsa da yaklaşık 55.000 yıl önceki şartlar olağandışı derecede değişken hale gelmişti. Şayet Homo sapiens, daha etkili bir silahlanma veya daha gelişkin sosyal ağlar gibi bu değişkenlikle başa çıkacak avantajlara sahip olsaydı bu, zamanla daha da gelişecekti.

Bin yıllık periyotlarla ele alındığında, her yıl birkaç tane daha insan bebeğinin hayatta kalması, Neandertallerin genlerinin bizlerle çiftleşerek daha da seyrelmesiyle, nihayetinde tam anlamıyla bir nüfus yenilenmesiyle sonuçlandı. Yaşadıkları dramatik bir yok oluş değil, yavaş  ve geri dönülemez bir asimilasyondu.

Dünyamız da en az 3.6 milyar yıldır yaşam var ve bazı bilim insanlarına göre 250 bin yıldır zeki insan türü yaşamakta.

İngiliz bilim insaları, insanların Afrika’da birden fazla atadan türediğini söylüyorlar. Afrikada türemiş Homo Neandertal insan, Uzak doğuda yaşamış ve Çinlilerin daha çok Homo erectus geni içeren insanlardan, Avrupalıların ise daha çok Homo sapiens geni içeren insanlardan oluştuğunu söyleyebilir. ve Neandertal insan ile Homo erectus insanın çiftleşmesi üzerine kaynaşmışlardır. 

Afrikada ki Homo Neandertal insan ve Homo erectus bundan 300 bin yıl önce yaşamış türler olduğu kabul ediliyor.. 

Çoklu Adem teorisine göre insan türü, Afrikada ki Homo Neandertal insan ve Homo erectus bundan 300 bin ila 195 bin yıl önce aralarında karışmasıyla ortaya çıktı...

Ki bana göre Hz Adem den önce yaşamış bir varlık var. insansı özellikleri olan zeka beriltisi göstereen ama insan denemeyecek bir varlık. o yüzden zaten insan maymunlardan evrildi diyenler var. ancak İnsanlık Hz. Adem ile başlar bunu tüm isevi dinler böyle kabul etmiş. ancak insan için elverişli ortam oluşana kadar muhtemelen yaşamış başka varlıklar vardı. malum milyarlarca geçen yıldan bahsediyoruz. ancak birkaç yüz bin yıl da insan için ortam hazırlanmış olması başka nasıl açıklanır bilmiyorum.. Esasen başka teoriler de var. onada sonra bakarız.


bu ateşin keşfini evrime bağlayan bilim insanları hakkaten bazı buluntuları nasıl şu an ki akıllı insana bağlarla bilmiyorum.. onların Hz. Adem'den önce olduğunu düşünürsek bizim bildiğimiz anlamda insan olmadıklarını düüşünüyorum ama insana özgü akıl belirtileri gösteren bir canlı olabilir. Pekin adamı nedir. Afrika kökenli Homo erectus ateşi daha bilinçli kullanmışmış.. 

ee kargalarda çok zeki malum bir cevizi insan gibi eliyle kıramayacağını bildiğinden yukarı çıkarıp nasıl aşağıya atıp kırıyorsa, pekala Hz. Aden den önce yaşamış canlılara insan diyemeyeceğimi düşünüyorum..

İnsanoğlunun ilk defa ateşle tanışması binlerce yıl önce yıldırım düşmesi sonucu ile başladığını düşünülmektedir.

Uzun yıllar boyunca, yaklaşık 500 bin yıl önce yaşamış olan ve Pekin adamı denen ilkel insan, ateşi bilinçli olarak kullanan ilk kişi olarak bilindi; ancak 1981 yılında Kenya'da ve 1988'de Güney Afrika'da bulunan kanıtlar hominid denen ilkel insanların bundan 1,42 milyon yıl önce ateşi kontrollü olarak kullandığını ortaya koydu. İnsanoğlu MÖ 7000 yıllarına kadar verimli ateş yakma tekniklerini bilmiyordu. 

Başkaca araştırmalarda ateş, yaklaşık bir milyon yıl önce, yani tahmin edilenden yaklaşık 300 bin yıl önce keşfedildi.

Rabbim her birinden razı olsun. Mekanları cennet olsun 

Çanakkalenin zaferi de anlamıda Türkiye Cumhuriyeti açısından tarihide çok değerlidir.. o bir zaferdir ki. dünyadaki tüm gemi kaptanları geçerken selam durur. 

O öyle bir zaferdir ki havada mermilerin çarpıştığı kanlı bir zafer ve aynı zamanda Türk anayurduna yapılan iki yüzlü bir saldırı ve batının alçak emellerine bir milletin nasıl dur dediğinin resmidir "ÇANAKKALE"

Adı destandır, adı zaferdir, adı ölüm ve fedakarlıktır, adı daha ilk okul çağında askerlik yapan benim güzel mehmedimdir. adı 

ÇANAKKALE'dir..

Bir japon eğitimcinin dediği gibi bizim Hiroşima'mız ve Nagazaki'miz varsa sizinde Çanakkale'niz var dediği yerdir..

Rabbim ebeden razı olsun ve tüm şehitlerimize rahmet ve merhametiyle muamele etsin.. mekanları cennet olsun.. 

18 Mart Çanakkale Zaferi ve Şehitleri Anma Günün de, başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere tüm şehit ve gazilerimizi saygı ve minnetle anıyoruz.

Heybeti ve cesaretinin yanında aynı zamanda da bir tevazu'da zirve olan Yavuz Sultan Selim Han ve ona âşık olan cariyenin hikayesini paylaşmak istedim..

Yavuz Sultan Selim Han, Mısır seferinde fetihten sonra bir süre orada kalır ve bu sırada bir çadırda kalmaktadır.

Çadırı her gün süpürüp temizleyen, yemeği yapan Mısırlı bir cariye hatun vardır ki, Yavuz Selim Han sabah çıkınca, cariye gelir, akşama kadar çadırı temizleyip yemekleri hazırlayıp gider,

Cariye hani olmaz ya ama oluvermiş ve bir kaç defa Yavuz Sultan Selim Hanı görür ve ilk görüşte âşık olur. Cariyenin aşkı dayanılmaz boyutlara ulaşıp da kalbine sığmaz hale gelince, Yavuz Han'a açılmaya karar verir.

Halifenin karşısına çıkma cesaretini kendinde bulamadığı için de şu üç kelimeyi yazarak Halife hazretlerinin yatağına bırakır. Notta sadece “Seven gönül neylesin?” yazılıdır:

Sultan Selim Han akşam çadırına dönünce yatağının üzerinde küçük bir kâğıt parçası bulur , kâğıdı okuyunca notun cariye'ye ait olduğunu anlar. Ve cevap olarak kâğıdın arkasına “Hiç durmasın söylesin.” yazar:

Sabah olunca da kâğıdı aynı yere bırakır ve çıkıp gider.  cariye hatun sabah temizlik için çadıra geldiğinde, kâğıdı bıraktığı yerde bulur.

Kaparcasına kâğıdı alıp okuduğunda heyecanı bir kat daha artar. Halifenin cevabından cesaretlenen cariye, kâğıdı çevirip “Korkuyorsa neylesin?” diye yazar...

Akşam olur. Halife çadıra döner. Kâğıdı okur ve cevab olarak “Hiç korkmasın söylesin.” yazar:

Sabah bu cevabı okuyan cariye artık kararını vermiştir: Aşkını bu akşam halifeye söylemeye karar verir.  Ve o gün temizliği bitirip Halifeyi beklemeye başlar.

Yavuz Sultan Selim Han akşam çadıra dönünce cariyeyi kendisini bekler bulur. Cariye, Halifeyi görünce hemen ayağa kalkar

Bundan sonrası kalbe ziyandır..

Yavuz Han “Buyurunuz, sizi dinliyorum” der, cariye tüm cesaretini toplamaya çalışırken, titreyen ellerini gizlemek için elleriyle dirseklerini tutarak kollarını kavuşturur.

Heyecandan yüzü kıpkırmızı olmuştur. Kalbi yerinden fırlarcasına atarken, titrek bir sesle: “Efendim…” der. “Cariyeniz Size…” ve cümlesini tamamlayamadan yığılıp kalır.

Kalbine sığmayan aşkını söyleyemeden ruhunu teslim eder, bu tertemiz aşkı karşısında Koca Halife gözyaşlarına engel olmaz ve  etrafındakilere şöyle der: “Gerçek aşkı şu cariyeden öğrenin. Zira âşık, maşukunun yolunda olur ve o yolda ölür.”

Filmi yapıldı 10 nisanda vizyona girecek... çok merak ettiğim bir yapıt.. mutlaka izleyeceğim..

Kimisi dünya tarihinin ilk kadın hükümdarı dese de alında Türk tarihinin ilk kadın hükümdarıdır kendisi.. 

Türk dünyasında saka kraliçisi olarak bilinir, 

Tomris hatun aynı zamanda Alp-er Tunganın da yiğeni olup eşi öldükten sonra devletin başına geçmek zorunda kalır. aslında kendisi kısmen barış yanlısı olduğundan çok saldırıgan bir politika yürütmek istemez ancak dönemim pers imparatorluğu ve med krallıkları sakaların başında bir kadın olduğunu öğrenince bunu bir fırsat gibi düşünüp sakalara saldırırlar ancak Tomris hatun her saka kadını gibi çok iyi bir askeri eğitim almış çok iyi ata binen ve yay kullanan bir kadın.. 

Bilinir ki her saka kadını 3 düşman askeri öldürmeden evlenemez ve evlenince de zorunluluk olmadığı sürece bir daha savaşmaz.. 

Tomris Hatun barışçıl ama savunmaya önem veren bir yapıdaydı, bunu bir zayıflık ve fırsat olarak gören Pers İmparatoru Kiros Saka topraklarına akın düzenlemiştir. Persler Saka topraklarına girdiği vakit yakılmış tarlalardan başka bir şey bulamıyorlardı. Çünkü Sakalar geri çekiliyor ve savaş için uygun bir mevzi ve an bekliyorlar, bu olmadığı takdirde de savaşa girişmiyorlardı. Sakaları kovalamaktan bıkan Kiros İran'a geri dönmek zorunda kalıyordu. Bir süre sonra kendisine tabî olması ve kendisiyle evlenmeyi kabul ettiği takdirde Tomris Hatun ile uğraşmayacağını vadetti. Tomris Hatun bunun bir oyun olduğunu biliyordu ve teklifi reddetti.

Buna kızan Kiros büyük bir ordu toplayarak tekrar Saka topraklarına girdi. Bu orduda savaş için eğitilmiş yüzlerce köpek de vardı. Tomris Hatun artık kaçmanın yarar sağlamayacağını anlayıp uygun bir alan seçip Büyük Kiros'un ordusunu beklemeye başlar. İki ordu aralarında birkaç kilometre kalacak bir biçimde mevzilenir. Güneş battığı için savaşa tutuşmazlar ancak gece Büyük Kiros bir hile düşünmüş ve iki ordunun arasında bir çadır kurdurmuştur ve içinde güzel kızlar ve yiyecekler ve şarap bulunan çadıra ansızın saldırı düzenleyen Tomris Hatun'un oğlu ve beraberindeki kuvvetler, içerideki birkaç Pers'i öldürüp eğlenceye dalmışlardır. Ancak birkaç saat sonra bir baskın düzenleyen Pers kuvvetleri çadırı basıp Tomris Hatun'un oğlu da olmak üzere içerideki Sakaları öldürürler. 

Tomris çok sevdiği oğlunun ölümüne üzülür. Yemin ederek şöyle söyler: "Kana susamış Kirus! Sen oğlumu mertlikle değil o içtikçe zıvanadan çıktığın şarapla öldürdün. Ama güneşe yemin ederim ki seni kanla doyuracağım!"

Ertesi gün yapılan savaşı Sakalar kazanır. Ok atmakta usta olan ve savaş arabalarını büyük ustalıkla kullanan Sakalar, savaş köpeklerine rağmen Persleri bozguna uğratır. Ölenler arasında Pers kralı Kiros da vardır.

Tomris Hatun sözünde durur ve Büyük Kiros'un kesik başını kan dolu bir tulumun içine atar. Tomris Hatun, Kiros'un kafasını kan dolu bir fıçıya atarak "Hayatında kan içmeye doymamıştın, şimdi seni, kanla doyuruyorum!" der.


İskitler yani Saka Türkleri, M.Ö.VII yüzyılda Avrupa ile Asya’nın batı kesiminde, Tuna ile Volga ırmakları arasındaki bölgede yaşamış bir Orta Asya kavmidir. Karadeniz’in kuzey kısımlarında daha önceleri yaşayan Kimmerler Türkistan ve Batı Sibirya’dan gelen İskitler tarafından dağıtılmışlar ve Güney Rusya bozkırlarının dışına sürülmüşlerdir. Yunanlılar tarafından İskit (Skuthoi), İranlılar tarafından “Saka” adı ile anılan bu kavim Hintlilerce “Caka” diye biliniyordu. İskitler kendi bölgelerinde zamanlarının en ileri uygarlığını kurmuş olmalarına karşın, sonraları çeşitli nedenlerle imparatorluk dağılmış ve halk başka ülkelere göç etmiştir. 

Ünlü tarihçi Herodot, İskit adının Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan yerli halkın kullandığı “Skolot” ya da “Oskolot” sözcüğünden geldiğini ileri sürmektedir. Eski dönem coğrafyasında Karadeniz’in kuzey bölgesine İskitya adı verilmektedir. Bu bölgenin mi kavime, yoksa kavimin mi bu bölgeye adını verdiği tarihçiler arasında tartışma konusudur. Ayrıca İskit adını bu kavimin mi kendisine verdiği, yoksa bu kavim hakkında bilgilerin merkezi olan Yunan kaynaklarının sahibi olan Grek tarihçilerinin mi bu adı taktığı da tartışmalı konular arasındadır.

İranlılarla beraber Türklerin de Sakalar diye andığı bu kavimin ilk yurtlarının Tanrı Dağları, Fergana ve Kaşgar bölgesi olduğu benimsenmektedir. Sakaların ilk boyları M.Ö.VIII yüzyılda bu bölgeden batıya göç etmişlerdir. Bu göç edenlerden bir grubun Aral gölü dolayında, Seyhun nehri ağzı çevresinde yerleştikleri, diğer bir grubun ise Hazar Denizi‘nin kuzeyinden geçerek Güney Rusya’ya gittikleri ve o tarihlerde o bölgede yaşamakta olan Kimmerleri Kafkasya‘nın güneyine, Ön Asya’ya doğru göçe zorlayarak yerlerini aldıkları kesin olarak bilinmektedir. İskitlerin konuştukları dil ile İran dili arasında bazı benzerlikler olması nedeniyle tarihçilerin bir kısmı da İskitleri İran asıllı olarak benimsemek eğilimindedir. Diller arasındaki benzerliklere bakarak bir kavimin kökeni hakkında karar vermek son derece hatalı bir tutumdur. Bugün Türkçe’de yaşayan Arapça ve Farsça sözcüklere bakarak Türklerin Arap veya Fars kökenli oldukları ileri sürülemeyeceğine göre, İskit dilindeki İran asıllı sözcüklerin de bu kavimin İran asıllı olduğunu göstermesi yetersiz bir delildir. Ne var ki, İskitlerin geldikleri bölgenin Türkistan olması İskitlerin bir Türk kavimi olduğu konusunda daha güçlü bir kanıtıdır.

İskitler hakkındaki bilgilerin çoğunluğu Yunan kaynaklarından gelmektedir. O kaynaklarda ise İskitlerin İranlı olduklarına dair herhangi bir bilgi yoktur. Herodot tarihi ise İskitlerin Asya’dan geldiklerini ve Massagetlerin baskısı ile Batı’ya göç etmeye zorlandıklarını belirtmektedir. Ayrıca İran İmparatoru Darius‘un İskit ülkesini ele geçirmek için açtığı savaşı anlatırken, Herodot, İskitlerin kesinlikle İranlılara benzemediğini açıklamaktadır. İran da tıpkı Anadolu gibi tarihin çeşitli dönemlerinde birçok kavimin gelip yerleştiği bir bölge olduğundan, birçok kavim veya boy ile kültürel etkileşimi olmuştur. Herodot’un tanımlamasına göre İskitler kentlere yerleşmiyorlardı. Beraberlerinde götürdükleri atlı arabalarda yaşıyorlardı. At sırtında, yay ve ok ile savaşa alışmış bir kavim olan İskitler, yiyecek için tarıma değil, hayvan sürülerine dayanıyorlardı. Yemin törenleri sırasında büyük bir kaba şarap koyan İskitler bu şaraba biraz da kanlarından karıştırarak içerlerdi. Türklere özgü olan kan kardeşliği İskitlerde yaygın olarak görülmekteydi. Kral öldüğü zaman kol ve yüzlerini kesmek, saçlarını tıraş etmek de Türk kavimlerinin bir özelliği olarak gene İskitlerde görülmekteydi. İskitlerin Türklere benzeyen birçok yanı vardı, üstelik araba içinde yaşamaları Türk olmayan göçebe kavimlerde pek sık rastlanmayan bir adetti.

Bu özelliklerin farkına varan tarihçilerin hemen hepsi İskitleri Türk saymaktadırlar. Ancak, bazı Türk tarihçileri de İskitleri yeterince incelemeden Türk olarak benimsememektedirler. Arabalarda yaşayan İskitler sürekli olarak civar bölgelere akınlar yaptıkları için komşu ulusların sürekli korktukları bir kavim olmuştur. İran’da Medler, Persler tarafından uzaklaştırılınca Güney Rusya ve Aral bölgesine doğru göç etmişler, ama İskitlerle yaptıkları savaşlarda yenilmişlerdir. İran imparatoru Sirüs son seferini İskitler üzerine yapmış ve Aral bölgesinde M.Ö.529 da yenilmiştir. Bu tarihlerde İskit İmparatoru Tomris isimli bir kadındır. Daha sonraları ise Darius’un yaptığı seferler boşa çıkmıştır. İskitler yalnız İran cephesinde değil, sınırları bulunan tüm cephelerde sürekli savaşmış cengâver bir ulus olarak tarih sahnesine geçmişlerdir.

İskitler, Asur kaynaklarında ‘Cogu’ diye anılan hükümdarlarının yönetiminde Kuzey Kafkasya yolunu izleyerek göç etmişler ve bu bölgede yaşayan ve gene proto-Türk sayılan Kimmerleri sürmüşlerdir.

İskitler göçebe bir ulus olmalarına karşın kendi dönemlerinde önemli bir uygarlık yaratmışlardır. İskit eserleri günümüzde bile o bölgede görülebilmekte, bazıları ise müzelerde izlenebilmektedir. Özellikle İskit vazosu Batı dünyasında çok tanınmıştır. Arabalarda yaşayan İskitler kendi yaptıkları eşyalarını da beraberlerinde taşırlardı. Mücevherden başlayarak çeşitli süs eşyası yapan İskitler, yepyeni bir sanat yaratmışlardı. Daha sonraları aynı bölgeye gelerek yaşayan ve devlet kuran Hunların da İskitlere benzer bir yaşam biçimine ve özelliklere sahip bulunması da İskitlerin Türk olması savını güçlendirmekledir. İskitlerin kültür ve sanat eserleri de bu savı doğrulamaktadır.

Altın broş Hermitaj Müzesi
(Jettmar 1964, s.185) İskitlerle ilgili kazılar, İskitlerin gelişmesi hakkında genel bir görüş vermektedir. Başlangıçta İskit kültür merkezi güneydoğu bozkırlarına, Kuban ve Taman Yarımadası’na doğru kaymaktadır.
Martonaşa ve Melgunov kazılarının gösterdiği gibi İskitler Güney Ukrayna‘da aşağı Dinyeper ve aşağı Buğ arasında dağınık bir egemenlik kurmuşlardı. Ancak M.Ö.IV. asırda İskit kültürü Ukrayna’da gelişebilmiştir.

Solokha ve Denev kurganlarının gösterdiğine göre ise M.Ö.III. yüzyılda İskit uygarlığı en üst düzeyine çıkmıştır. İskit yayılmasının Batı’da erişebildiği en kuzey uç kuzeydeki ormanlık bozkırların sınırı Voronej yöresi olmuştur.

Kuzeydoğuya doğru İskit yayılması yukarı çıkarak Saratov bölgesine erişmiştir. Bu bölgede yapılan önemli kazılar Savromal adlı bir İskit boyunun bu bölgede yerleştiğini açıklığa kavuşturmuştur. İskitler Ukrayna’da tam bir köylü kültürü yaratmışlardır. İskitler yarattıkları yüksek kültür ile komşu ulusları da etkileri altına almışlardır. Bugün müzelerde bulunan sanat eserleri İskitlerin uygarlık düzeylerinin ne kadar yüksek olduğunu göstermekledir. İskit sanatı doğrudan Yunan sanatını da etkilemiştir. Doğu’dan gelen göçler nedeniyle İskitler Avrupa’nın batısına doğru göç etmeye başlayınca İskit sanatı bütün Avrupa’ya yayıldı. İskitlerin yalnız erkekleri değil, kadınları da usta savaşçı idiler. İskit kadınlarının cesaretleri ve beceriklilikleri dillere destan olmuştur. İskit toplumunda kadının yeri çok yüksekti. Toplumun ve devletin en üst makamlarına kadar kadınlar yükselebiliyorlardı. İskit hükümdarları arasında kadınların da önemli yeri vardır.

İskitler çiftçi ve göçebe olmak üzere ikiye ayrılırlardı. Çiftçiler daha uygardılar. Göçebeler ise arabalarda yaşarlardı. Elverişli buldukları yerlerde uzun süre yaşarlar, sonra da kendilerine yeni yurtlar ararlardı. İklim ve mevsime göre İskitlerin yurtlarını değiştirdikleri anlaşılmıştır. Arabaları iki, üç veya daha fazla öküz ile çekilirdi. Göç zamanında kadınlar araba içinde, erkekler at üstünde, arabaların yanında giderlerdi. Asya’nın kuraklığı yüzünden durmadan göç ederler, ancak elverişli bir yer bulduktan sonra yerleşirler ve ilkel köy toplulukları oluştururlardı. Eski Türkler’de olduğu gibi İskitler’de en geçerli hayvan at idi. Kesilen kurbanlar kazanlarda pişirilerek dağıtılırdı. İskitler şarap yaparlar ve içmeyi severlerdi. Şarabın yanında İskitlerde kımız gibi bir içkinin bulunması da bu kavimin Türklüğünü gösteren başka bir göstergedir. İçkiyi seven İskitler, içki içmenin yöntemini de bilirlerdi. Eski tarih kitaplarında Ispartalılara susuz şarap içmesini İskitlerin öğrettiği yazılıdır.

Bozkır estetiği, İskitler aracılığı ile Güney Rusya‘ya yerleşmiştir. İskitler göçebe yaşam biçimleri nedeniyle, resim, heykel ve kabartmacılık gibi sanat alanlarına yabancı kalmışlardır. Bütün lüksleri elbise, kuyumculuk ve koşum takımları yapmaktan öteye gitmiyordu. Kemer kopçası, kılıç tasması, eyer halkaları, araba süsleri, bayrak direkleri, halılar hep İskitlere özgü bir stilde yapılmıştı. İskitler geyik ve yaban eşeği sürülerini kovalamak, ceylanlarla kurtların kapışmasını izlemekten zevk alarak tüm yaşamlarını at üzerinde geçiriyorlardı. Hayvanlar arası çekişmeler İskit sanatını konu olarak etkilemiş ve hayvan figürleri İskit sanat eserlerinde çokça yer almıştır. İskit sanatında sırf süsleme amacıyla geometrik desenler içinde hayvan biçimleri görülmektedir. Sanatta hayvan biçimlerinin stilize olmasına İskitlerin katkısı büyüktür. Gerçekçi hayvan resimleri İskit süsleme sanatının temelini oluşturmuştur. Uzuvların ve organların ezilmesi, yırtıcı hayvanların diğer canlıları parçalamaları, ayıların pençelerinde kıvranan geyikler sıkça işlenen konular arasında yer almıştır. Yukarı Volga ormanlık bölgesine doğru ilerleyen İskit bozkır sanatı Fin-Uygur kaynaklı olan, Kazan civarındaki Anonin uygarlığını etkilemiştir. Bu bölgede yapılan kazılarda İskit izleri taşıyan hayvan figürlerine çokça rastlanmıştır. Orta Sibirya bölgelerine kadar İskit bozkır sanatının etkileri yayılmıştır. İskit sanatı çok yaygınlık kazanmış ama, dağılırken de zayıflamıştır. Sibirya ormanlarında bu devirden örnekler bulunmuştur.

İskitler’de İnanç ve Gelenekler;  Atlı kavimler uygarlığının kurucusu olan İskitler Çin’den Tuna’ya kadar olan geniş bozkırlara egemen olmuşlardır. Helenistik dönemde İskit sözcüğü tüm kuzey ve doğu barbarlarını içine almıştır. İskitler her bakımdan atlı bir uygarlığın temsilcisi oldukları için barbar sözcüğü ile tanımlanmışlardır. Tüm göçebelerde ve dağlı kavimlerde olduğu gibi İskitlerde de ruhsal yaşama inanış öncelik taşımıştır.

İskit tanrıları M.Ö.IV. yüzyıldan sonra belirginlik kazanmışlar, Grek etkisi ile Yunan tanrıları da İskit tanrılarından sayılmıştır. İskitler tarih sahnesine çok çabuk girdikleri gibi, aynı hızla da yok olmuşlardır. Kendileri zamanla yok olmuşlar, ama oluşturdukları yüksek kültürel değerler bir süre daha tarih sahnesinde etkisini sürdürmüştür. Yaşadıkları yerlerde paganizm İskitler’den sonra da sürüp gitmiştir. Güçlü dinsel inançları, bazı ticaret ilişkileri ile İskandinav ülkelerine kadar yayılmıştır.

Grek kaynaklarında ve Herodot tarihinde İskit tanrıları şu sırayı izleyerek açıklanırlar. En önde canavarların tanrıçası sayılan Tabiti’ye yer verilmiştir. Büyük tanrıça kabul edilen Tabiti’nin pişmiş topraktan değişik biçimlerde yapılmış figürleri vardır. Bazılarında ayakta durur, bazılarında da kucağında bir yavru taşır. İskitler kendi bölgelerinin kıyılarını çok sıkı biçimlerde korurlar ve yakaladıkları İonyalı denizcileri bu tanrıçaya kurban ederlerdi İskit figürlerinde yarı insan yarı tanrı olarak belirtilen bu tanrıça bir bakıma Anadolu’daki Artemis’e benzetilir ve kralın halkı kesin olarak büyük tanrıçanın himayesi altındadır. Büyük tanrıçanın ilahi gücüne İskit ülkesinde yaşayan tüm insanlar inanır. Tabiti’nin yırtıcı hayvanların arasında bu hayvanları tutarak zapteden görünümleri ilgi çekicidir ve bu motifler Anadolu’da neolitik dönemin önemli merkezlerinden olan Çatalhöyük’de de bulunmuştur. Bu da, tarih öncesi dönemlerden bu yana çeşitli bölgeler arasındaki kültür alışverişini göstermesi bakımından önemli bir konudur.

Ayrıca, göktanrısı Papaios da önemli bir tanrıydı. Ay ve yıldızların sembolü olarak da tanrıça Apaia’ya inanılıyordu. Bu tanrıça evliliğin ve kadın haklarının simgesiydi. Apollon kötülükleri yok eden ışık tanrısı, Afrodit kadın güzelliğinin, aşk ile sevginin tanrıçasıydı. Sürekli savaşan bir ulus olarak İskitler savaş tanrısı olarak da Ares’e inanırlardı. Her kabilede başkanın yaşadığı yerin yanına bir Ares mabedi yapılırdı. Düşmanlardan aldıkları her yüzüncü esiri bu mabette tanrılarına kurban ederlerdi. Yüzüncü esirin başını şarapla ıslatarak takdis ederler, başını kestikten sonra kanını kılıçları üzerine sürerlerdi. 

İskitler tanrılarına her çeşit hayvanı adar ve kurban ederlerdi. Ancak en çok at kurban edilirdi. Kurban törenleri çok görkemli olur, tanrılara dua edildikten sonra kurban kesilirdi. Kendilerine özgü kurban etme yöntemlerinin yanı sıra, civar kabilelere benzeyen usuller de kullanırlardı.

Eskiçağda yaşamış tüm kavimler gibi İskitler de Büyüye, sihire ve tılsımların gücüne inanırlardı. Büyüye, toplum olarak, dinden daha fazla önem vermişlerdir. Rahipleri yoktu, ama bunun yerine söğüt dallarından geleceği söyleyen şamanları vardı. Çeşitli büyücülük yöntemlerine İskitlerin evlerinde de başvurulurdu. İskitler dine önem verirlerdi ama, büyücülerin toplumda yeri pek iyi değildi.

Özellikle krala yanlış bilgi veren büyücüler cezalandırılırdı. Büyücülerin tüm kehanetlerinin çıkmaması bunların toplum içindeki yerlerini de sarsmıştı. Bazı büyücüler de bilgilerinin yanlış çıkmasından sonra odunlar üzerinde, halkın gözü önünde yakılırdı. Büyücülerin, varsa erkek çocukları da yakılır, ancak kızlarının yaşamasına izin verilirdi.

Gene eski Yunan tarihçilerinin verdikleri bilgilerden İskitya’daki tıp ve hekimlik çalışmaları konusunda genel bir düşünceye sahip olunabilmektedir. Tüm zamanların en büyük hekimi olarak kabul edilen Hipokrat uzun bir süre İskitler arasında yaşamıştır. Hipokrat’ın yazdıkları, İskitler hakkında bazı ilginç bilgiler vermektedir. Eski Yunanlılar Truva savaşlarından sonra İskit ülkesini tanımışlar Karadeniz’de yeni koloniler kurmaya başladıktan sonra İskitya’nın içine girmişler ve halkla yakın ilişkiler kurmuşlardır. Yunanlılar İskitler’le yalnız ekonomik değil, her alanda ilişkiler geliştirmişlerdir. İskit hekim ve filozofu Anaharsis’in anasının Yunanlı, tanınmış Yunan hatibi Demosten’in büyük anasının İskit olması bu iki ulus arasında yakın akrabalık ilişkilerinin kurulduğunu da göstermektedir. Yunanlı tarihçiler, yüksek İskit uygarlığını benimserlerken, kendi dönemlerinin en ileri bilgilerine sahip olduklarını yazarlarken; Batılı tarihçiler, Hıristiyanlığın etkisiyle, İskitlerin Orta Asya kökenli oluşları yüzünden bu uygarlığı görmezlikten gelmişler ve uygarlığın Yunanistan’da doğduğunu ileri sürmüşlerdir. Oysa Yunan uygarlığı İskit etkisiyle oluşmuş ve buraya uygarlık ışığını İskit Türkleri getirmiştir.

Hipokrat yazdıklarında İskitleri ve uygarlıklarını şöyle anlatır: İskitler ata çok iyi binerler ve savaşçı bir ulusturlar. İskit kadınları da ata binerler ve ok ile yay kullanırlar. Kız kaldıkları kadar cenk ederler ve üç düşman askeri öldürmedikçe evlenmezler. Bir kız bir erkeğe vardıktan sonra bir daha ata binmez ve silah kullanmaz. Kadınların sağ memeleri yoktur, çünkü kızlar çocukken bu iş için hazırlanmış bakır bir aleti kızdırarak bedenlerinin bu kısmını yok ederler. Sağ meme bu yoldan yakıldıktan sonra büyüyemez ve bedenin tüm gücü daha sonraki gelişmede sağ omuza ve kola gider.

İskit hekimleri ıhlamur yaprağına bakarak bir hastalığın geleceği hakkında haber verirlerdi. Bir anlamda falcılık da denebilecek bu yol ile hastanın durumunu belirlemeye ve buna göre iyileştirmeye çalışırlardı. Kendilerine göre geliştirdikleri tıp yöntemleri halk arasında yaygınca kullanılırdı. Halk hekimliği İskit toplumunda epeyce yaygındı.

İskitlerin ölüler için uyguladıkları özel törenler vardı ve krallar için ayrı cenaze töreni yapılırdı. Kralın hizmetçilerinden elli tanesi seçilir ve bunlar kral için özel olarak boğdurulurdu. Bu törenlerin bazen bir yıl sürdüğü de görülmüştür. Normal olarak bir cenaze töreni kırk gün sürer ve ölen adam tüm dostlarının evlerine birer gün götürülür, ondan sonra toprağa verilirdi. Ölülerin mumyalanması da İskitler’de görülen bir başka gelenekti. Eski Türklerin yok olmayı kabul etmemeleri İskitleri de etkilemiş ve ölülerin mumyalanması yoluna gidilmiştir.

İskit-Saka İmparatorluğu, tarihin en eski çağlarında Türklerin kuzey yolu ile hem Anadolu’ya hem de Avrupa’ya gelmelerini göstermesi açısından son derece ilginçtir. Batılı tarihçilerin ileri sürdükleri gibi, Türkler ilk kez Osmanlılarla Avrupa’ya gelmemişler, aksine İskitler aracılığıyla en eski çağlarda Avrupalı olmuşlardır. Türkler bu açıdan hem Asyalı, hem de Avrupalı bir ulustur.

Osmanlı devleti üç kıta da hüküm sürmüş, beylik mertebesinden imparatorluğa dönmüş eski dünyanın en önemli medeniyetidir.. 

seveni çok sevmeyeni de çok bu topraklar de.. elbet her birinin bir hikayesi ve nedeni vardır.. ancak iyisiyle kötüsüyle yaptığı ve yapmadıklarıyla tarihe yön vermiş ve direkt etki etmiştir..

Sevenler genel olarak din ve milliyet eksenli, sevmeyenler daha çok dinle mesafeli veya etnik ve din yaklaşımı ile sevmediğini söyler.. her birinin haklı olduğu noktada illaki var..

Bir çoğunu ileri ki yazılarımda yazacağım ancak objektif olunmalı ve herkes bir çok açıdan düşünüp doğru değerlendirmeyi yapması gerektiğine inanıyorum.. bu yüzden bir çok kaynaktan yararlanarak harmanlanmış bir çalışma ve düşüncelerimi paylaşacağım.. 

ilk konumuz "osmanlı'da hanedan"

Osmanlıda hanedanlık babadan oğla geçen ve belli bir aşamadan sonra genelde devşirme hatunlarla ve feth edilen yerlerdeki krallarla ve soylularla akrabalık kurulabilsin diye evlenilmiştir.. bu durum bazı açılardan avantaj sağladıysa da bazı açılardan osmanlıda hatunların yönetime müdahalesine sebep olmuştur.. 

Ve harem daha önce hiç bir imparatorlukta olmadığı kadar etkin olmuştur osmanlıda..

Öncelikle İslam ahlakı ve islam adaletine göre yöneticiler efendimiz dönemindeki gibi babadan oğul'a değil liyakat ve ehliyete göre verilmeliydi. bu kişi tabi ki oğullardan biri de olabilirdi.. ancak özellikle bozulma ve çözülme dönemlerinde görüldüğü üzere çok kudretli olmayan padişahlar yönetimde görev aldı.. ilk dönem padişahları mutlaka çok yetenekli ve çok kudretli kişilerdir elbet, osman bey gibi, ll. murat ve sultan mehmet gibi ancak şu da bir gerçek ki osmalının ilk zamanlarında Anadolu ve çevresinde ki özellikle batıda genişlemeye müsait alanlar vardı.. 

Hanedan kendisine verilen vazifenin Allah tarafınıdan verildiğini düşünüp insanlara kulum demiş ve allahın yer yüzündeki gölgesi olmakla kendilerini taltif etmişlerdir ki içinde şirk kokan bir hava vardır..

Tabi hanedanın bazı şuygulamalarıda günümüzde hala tartışılmaktadır.. örneğin fatihin "kardeş katli vaciptir" demesi gibi.. incelendiğinde kendisinden önce ve kendisi döneminde yaşanmış taht kavgaları ve o dönem kendilerini bizansa karşı tavizler vermek zorunda bırak cem sultan vakasına binaen alınan bir karardır, ancak islamda yeri olmayan bir yaklaşıdır.. 

Hanedanın ufku osmanlı mülkü ile sınırlı olduğundan dünya siyasetinde çok daha aktif oluna bilecekken malesef 300 yıllık bir ihtişam döneminden sonra çözülmeler kaçınılmaz olmuştur.. 

Tabi cumhuriyetin kuruluş döneminde ki acziyette ortada ancak yine de saltanatın kaldırılmasını doğru bulurken hanedanın sürülmesini bir o kadar da yalnış bulmaktayım..

Bugünkü suud kralı selman bin abdülaziz el-suud'un büyük dedesi abdullah bin suud, 2. mahmud döneminde devlete isyan eder ve mekke ile medine'yi ateşe verip on binlerce masumun kanına girer. osmanlı devleti isyanı güçlükle bastırır ve abdullah bin suud'u mısır üzerinden istanbul'a getirir. üç gün boyunca sorgulanır ve 27 şubat 1820'de padişah 2. mahmud'un gözleri önünde idam edilir. yenilikçi reformlarından ötürü gavur padişah olarak bilinen 2. mahmud, esasen böyle durumlarda ziyadesiyle acımasız, şakası olmayan bir padişahtır.

abdullah bin suud, vehhabilik mezhebinin temelini atan abdulvehhab'ın torunudur ve ona göre düşünceleri yaymanın tek yolu korku, kan ve şiddetten geçmektedir. on binlerce başı bozuğu yanına toplayıp İstanbul’a isyan bayrağını açar ve 1801’de arap yarımadası’ndan ırak’a gidip kerbelá’ya saldırır. çoluk-çocuk demeden üç günde 5 binden fazla kelle keser, sonra büyük dedesi abdülvehhab’ın "dinde mezar yoktur" düşüncesini hayata geçirme aşkıyla Hazreti Muhammed’in torunu hazreti Hüseyin’in sandukasını ateşe verir. ertesi sene taif’e gider ve taifliler’i  kılıçtan geçirir. önünde artık Mekke ile Medine’nin yolu uzanmaktadır; gider, her iki şehre de girer ve oralarda yaşayan binlerce kişinin canını alır.  peygamberin medine’deki türbesinin dışında ne kadar mezar varsa hepsini yerle bir eder.

2. mahmud, abdullah bin suud'un estirdiği terör karşında çaresiz kalır ve mısır valisi kavalalı mehmet ali paşa'dan yardım istemek zorunda kalır. yolladığı fermanda o teröristi yakalayıp bana yollayın der. fermanı alan mehmet ali paşa oğlu ibrahim paşa'yı mısır ordusu'nun başına geçirir ve arap yarımadası'nın iç kısımlarına gönderir. abdullah aylar süren takip ve kanlı çatışmalardan sonra adamlarıyla beraber derdest edilip, iskenderiye'den bir gemiyle  istanbul'a yollanır. binlerce kişinin katili abdullah bin suud istanbul'a ulaştığında müslümanlar bayram yapmaktadır. binlerce kişinin katili abdullah'ın kafası beyazıt meydanı'nda, sultan mahmud'un huzurunda bostancıbaşı halil ağa'nın kılıcıyla sultan mahmud'un gözleri önünde kesilir.

osmanlı'nın dahi paşası, imparatorluğun son 2 yüz yılını inanılmaz kısa bir zamanla oldukça kapsamlı bir şekilde yazan cevdet paşa, olayı kapsamlı bir şekilde anlatır:

abdullah’ı taşıyan gemi haliç’te özel bir iskeleye yanaşmış, gemiden zincire vurulmuş olarak indirilen abdullah hapishaneye kapatılmış ve cezası üç gün devam eden bir sorgudan sonra verilmiştir.

abdullah bin suud’un cevdet paşa’nın meşhur "tarih-i cevdet"inin 11. cildinin 15. sayfasında anlatılan istanbul’a getiriliş öyküsünün ve idamının günümüz türkçesiyle özeti mevcut dileyen temin edip detaylarını okuyabilir.....

1908 İhtilâli’ni düzenleyen ve bu tarihten itibaren 1918’e kadar devletin yönetiminde birinci derecede rol oynayan siyasî cemiyettir.

Jön Türk hareketinin değişik muhalefet unsurlarını uzun süre çatısı altında barındıran bu örgütün temelleri, 2 Haziran 1889 tarihinde dört Mekteb-i Tıbbiyye-i Şâhâne öğrencisi tarafından atıldı. İbrâhim Temo’nun öncülüğünde Abdullah Cevdet, İshak Sükûtî ve Mehmed Reşid, İttihâd-ı Osmânî adında bir cemiyetin kurulması için görüş birliğine vardılar ve daha sonra bu okul ve diğer Osmanlı eğitim müesseselerindeki çok sayıda öğrencinin katılımıyla örgütün üye adedini hızla arttırdılar. 

Başlangıçta devletin anayasal bir düzene kavuşmasını amaçlayan gizli bir dernek olarak kurulan örgüt; anayasanın kabul edilip İkinci Meşrutiyet’in ilan edilmesinden sonra iktidarı denetleyen bir siyasi parti (İttihat ve Terakki Fırkası) halini almış; 1912 yılında ise iktidar partisi olmuştur. Üyeleri İttihatçılar olarak anılır. Cemiyetin 1918 yılında kendini feshetmesinden sonra üyelerinin çoğu Millî Mücadele'de yer almıştır. 

İttihat ve Terakki, bir siyâsî hareket olduğu kadar bir devrin ve bir kuşağın adı olarak olarak kabûl edilir.[2] İttihatçılar, kendilerinden önce gelen Genç Osmanlılar kuşağının devamıdır; kendilerinden "Jön Türkler" diye de bahsedilir. Ancak "Jön Türkler" ifadesi yalnızca ittihatçıları değil, dönemin diğer muhalif kesimlerini de kapsar. 

İttihat ve Terakki kurulduğu dönem ele alındığında bir istibdat yönetimi altında olduklarını düşünen halbuki mensubları öncelikle yıllarca yurtdışında yaşamış muhtemelen yabancı devletlerin kontrol ve yönlendirmelerine maruz kalmış, sözüm ona milliyetçi ve dindar ( bugünkü yönetim gibi) bir anlayış ile devlet yönetimine talip olmuşlar.. 

Belki çok halishane bir niyet ile bu işe kalkışmış olabilirler ancak devlete verdikleri zarar kendilerinden onlarca yıl sonra çok daha net ortaya çıkmıştır. ve dahi devletin yıkılışına zemin hazırlamışlardır.. 

Talat paşanın sıradan bir posta memuriyetinden devletin zirvesine çıkmış ve sadece kendi ihtirasları uğruna yanındaki Enver ve Cemal paşalar ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu'nu bir emperyalist devlet olarak Birinci Dünya Savaşı'na sokan İttihat ve Terakki Cemiyeti diktatörlüğünün bu üç kudretli paşası bir Alman torpidosuna binerek Osmanlı topraklarını terk ettiler. Bu üç katil, emperyalist emelleri uğruna yüz binlerce insanı gözlerini bile kırpmadan ölüme göndermişti. 

Talat Paşa 1921'de Berlin'de, Cemal Paşa 1922'de Tiflis'te, Enver Paşa ise 1922'de Pamir Dağı eteklerinde bulunan Çeğen yöresinde Ermeni asıllı Kızıl Ordu komutanı Yarkov Arkadiyeviç Melkumov tarafından 1500 kişilik atlı süvari, piyade kuvvetleri, toplar ve mitralyözlerden oluşan bir birlikle  öldürüldü.

1 24