Neler oluyor

Tarih#

Tam filmi yapılacak bir savaş.. yapımcılara duyurulur...

Türk tarihi ve Anadolu'nun Türkleşmesi süreci açısından önemli bir savaş.. 

Sykes-Picot Anlaşması, I. Dünya Savaşı sırasında, 29 Nisan 1916'da Kût'ül-Amâre Kuşatması sonrasında İngiliz kuvvetlerinin Osmanlı Devleti'nin 6. Ordusu karşısında bozguna uğramasından 17 gün sonra, 16 Mayıs 1916 tarihinde Britanya ve Fransa arasında yapılan ve aynı yılın Ekim ayında Rusya tarafından onaylanan, Osmanlı Devleti'nin Orta Doğu'daki topraklarının paylaşılmasını öngören gizli antlaşmadır.

Bu savaş, Anadolu'nun tam olarak Türkleşmesi ve savaşçı olan Türklerin, eski Cihad Akınlarını tekrar başlatacağının habercisi idi. Abbasiler döneminde biten bu akınlar, Avrupayı İslami fetihlerden bir süre için uzak tutmuştu. Ancak Anadolu'yu ele geçiren ve Hristiyan Avrupa ile Müslüman Ortadoğu arasında tampon bölge oluşturan Bizans devletinin çok büyük bir güç ve toprak kaybına neden olan Türkler, aradaki bu bölgeyi ele geçirerek Avrupa'ya başlayacak yeni akınların habercisi oluyordu. Ayrıca İslam dünyasında büyük bir birlik sağlamış olan Türkler bu birlikteliği Hristiyan Avrupa'ya karşı kullanacaktı. Bütün İslam dünyasının Türklerin önderliğinde Avrupa'ya akın başlatmalarını önceden gören Papa, önlem olarak Haçlı Seferlerini başlatacak ve bu da kısmi olarak işe yarayacaktı. Ancak yine de Türklerin Avrupa'ya yaptığı akınları durduramayacaktı. Malazgirt savaşı, Türklere Anadolu'nun kapılarını açan ilk savaş olarak bilinir. 

Malazgirt Meydan Muharebesi, 26 Ağustos 1071 tarihinde, Büyük Selçuklu Hükümdarı Alparslan ile Bizans İmparatoru Romen Diyojen arasında gerçekleşen muharebedir. Alp Arslan'ın zaferi ile sonuçlanan Malazgirt Muharebesi, "Türklere Anadolu'nun kapılarını açan ve kesin zafer sağlayan son muharebe" olarak bilinir. 

Anadolunun Türkleşmesi sürecinin son ayağıda denebilir. 

1060'lar süresince Büyük Selçuklu Sultanı Alp Arslan Türk dostlarına bugünkü Ermenistan toprakları civarına ve Anadolu'ya doğru göç etmesine izin verdi ve Türkler buralarda şehirlere ve tarım alanlarına yerleştiler. 1068 yılında Romen Diyojen Türklere karşı bir sefer düzenledi, fakat Koçhisar şehrini geri almasına rağmen Türk atlılarına yetişemedi. 1070 yılında Türkler (Alparslan komutanlığında), günümüzde Muş'un bir ilçesi olan Malazgirt'te Manzikert (Bizans dilinde Malazgirt) ve Erciş kalelerini ele geçirdi. Daha sonra Türk ordusu Diyarbakır'ı aldı ve Bizans yönetimindeki Urfa'yı kuşattı. Ancak alamadı. Türk Beylerinden Afşin Beyi de güçleri arasına katıp Halep'i aldı. 

Alp Arslan Halep'te konaklarken Türk atlı birliklerinin bir kısmına ve Akıncı Beylere Bizans şehirlerine akınlar düzenlemesine izin verdi. Bu sırada da Türk akınlarından ve son gelen Türk ordusundan çok rahatsız olan Bizanslılar tahta ünlü komutan Romen Diyojen çıkardılar. Romen Diyojen de büyük bir ordu kurup 13 Mart 1071'de Konstantinopolis'ten (bugünkü İstanbul) ayrıldı. Ordunun mevcudu 200.000 olarak tahmin ediliyor.

Bizans ordusu düzenli Rum ve Ermeni birlikleri dışında ücretli Slav, Got, Alman, Frank, Gürcü, Uz, Peçenek, Kıpçak askerlerinden oluşuyordu. Ordu ilk olarak Sivas'ta dinlendi. Burada halkın coşkuyla karşıladığı imparator halkın dertlerini dinledi. Halkın Ermeni taşkınlık ve barbarlığından yakınmaları üzerine kentin Ermeni mahallelerini yıktırdı. Pek çok Ermeni'yi öldürüp, önderlerini sürgüne yolladı. Haziran 1071'de Erzurum'a vardı. Orada, Diyojen'in generallerinden bazıları Selçuklu bölgesine ilerlemeyi sürdürmeyi ve Alp Arslan'ı hazırlıksız yakalamayı teklif etti. Nikiforos Bryennios da dahil diğer generallerin bazıları da bulundukları yerde bekleyip pozisyonlarını güçlendirmeyi önerdi. Sonuç olarak ilerlemeye devam etme kararı alındı.

Diyojen, Alp Arslan'ın çok uzakta olduğunu veya hiç gelmeyeceğini düşünerek ve Malazgirt'i ve hatta Malazgirt yakınındaki Ahlat kalesini hızlıca geri ele geçirebileceğini ümit ederek Van Gölü'ne doğru ilerledi. Öncü kuvvetlerini Malazgirt'e gönderen imparator ana kuvvetleriyle yola çıktı. Bu sırada da Halep'te bulunan hükümdara elçiler göndererek kaleleri geri istedi. Elçileri Halep'te karşılayan hükümdar teklifi reddetti. Mısır'a hazırladığı seferden vazgeçip Malazgirt'e doğru 20.000-30.000 kişilik ordusuyla yola çıktı. Casuslarının verdiği bilgiyle Bizans ordusunun büyüklüğünü bilen Alp Arslan Bizans İmparatorunun gerçek hedefinin İsfahan'a (bugünkü İran) girmek ve Büyük Selçuklu Devleti'ni yıkmak olduğunu sezdi.

Ordusundaki yaşlı askerlerin yolda kalmasına neden olan cebri yürüyüşüyle Erzen ve Bitlis yolundan Malazgirt'e varan Alp Arslan komutanlarıyla savaş taktiklerini görüşmek için Savaş Meclisini topladı. Romen Diyojen ise savaş planını hazırlamıştı. İlk saldırı Türklerden gelecek ve bu saldırıyı kırmaları durumunda da karşı saldırıya geçeceklerdi. Alp Arslan ise "Hilal Taktiği" konusunda komutanlarıyla uzlaşmıştı. 

26 Ağustos Cuma sabahı çadırından çıkan Alp Arslan Malazgirt'le Ahlat arasındaki Malazgirt ovasında, kendi ordugahının 7–8 km uzağında, ovaya yayılmış durumdaki düşman birliklerini gördü. Savaşı önlemek için imparatora elçiler göndererek Sultan barış teklifinde bulundu. İmparator, Sultanın bu önerisini ordusunun büyüklüğü karşısında bir korkaklık olarak yorumladı ve teklifi reddetti. Gelen elçileri soydaşlarını Hristiyan topluluğuna geçmelerine ikna etmek üzere ellerine birer haç tutuşturarak geri yolladı.

Düşman ordusunun büyüklüğünün kendi ordusundan daha büyük olduğunu gören Sultan Alp Arslan savaştan sağ çıkma ihtimalinin düşük olduğunu sezdi. Askerlerinin de hasımlarının sayı fazlalığı karşısında tedirginliğe düştüğünü fark eden Sultan bir Türk-İslam adeti olarak kefene benzeyen beyaz kıyafetler giydi. Atının da kuyruğunu bağlattı. Yanındakilere Şehit olduğu takdirde vurulduğu yere gömülmesini vasiyet etti. Komutanlarının savaş alanından kaçmayacağını anlayan askerlerin maneviyatı ve motivasyonları arttı. Askerlerinin Cuma namazına İmamlık eden Sultan atına binip ordusunun önüne çıkıp moral yükseltici ve maneviyat artırıcı kısa ve etkili bir konuşma yaptı. Allah'ın Kur'an'da zafer vadettiği ayetleri okudu. Şehitlik ve Gazilik makamlarına erişileneceğini söyledi. Tamamı Müslüman olan ve büyük çoğunluğu Türklerden oluşan Selçuklu ordusu savaş pozisyonuna geçti. 

Romen Diyojen ordusunu geleneksel Bizans askerî kaidelerine göre düzenlemişti. Ortada birkaç sıra derinlikte çoğu zırhlı, piyade birlikleri ve bunların sağ ve sol kollarında süvari birlikleri yerleştirilmişti. Romen Diyojen merkeze; General Bryennios sol kanada ve Kapadokyalı General Alyattes ise sağ kanada komuta ediyordu. Bizans ordusunun gerisinde büyük bir rezerv bulunuyordu ve bu özellikle taşra eyaletlerinde nüfuzlu kişilerin özel ordularının mensuplarından oluşuyordu. 

Savaş öğle saatlerinde Türk atlılarının toplu ok saldırısına geçmesiyle başladı. Türk ordusunun çok büyük çoğunluğu atlı birliklerden oluştuğundan ve neredeyse hepsinde de ok olduğundan bu saldırı Bizanslılarda önemli miktarda asker kaybına neden olmuştu. Ama yine de Bizans Ordusu saflarını bozmaksızın korudu. Bunun üzerine ordusuna yanıltıcı bir çekilme buyruğu veren Alp Arslan gerilerde gizlediği küçük birliklerinin tarafına doğru çekilmeye başladı. Bu gizlediği birlikler az miktarda organize olmuş askerlerden oluşuyordu. Türk ordusunun arka saflarında bir Hilal biçiminde yayılmışlardı. Türklerin hızlıca çekildiğini gören Romen Diyojen Türklerin saldırı gücünü yitirdiğini ve sayıca fazla olan Bizans ordusundan korktukları için kaçtıklarını düşündü. En baştan beri Türkleri yeneceğine inanmış imparator bu bozkır taktiğine kanıp kaçan Türkleri yakalamak için ordusuna Saldır buyruğu verdi. Çok az zırhları olduğu için hızlıca geri çekilebilen Türkler, zırh yığınına dönmüş Bizans süvarileri tarafından yakalanamayacak kadar hızlıydı. Ancak buna rağmen Bizans ordusu Türkleri kovalamaya başladı. Yan geçitlerde pusu kurmuş Türk okçuları tarafından ustaca vurulan ama buna aldırmayan Bizans ordusu saldırıya devam etti. Türkleri iyice kovalayıp yakalayamayan, üstüne bir de çok yorulan Bizans ordusunun hızı durma noktasına geldi. Türkleri büyük bir hırsla kovalayan ve ordusunun yorulduğunu anlayamayan Romen Diyojen yine de takip etmeye çalıştı. Ancak bulundukları mevziden çok ileri gittiklerini ve çevreden saldıran Türk okçularını görüp kuşatıldığını çok geç zamanda anlayan Diyojen geri çekilme buyruğu verme ikilemindeydi. Tam da bu ikilemdeyken geri çekilen Türk süvarilerinin yönlerini tam Bizans ordusu üzerine geçip hücuma kalkmaları ve geri çekilme yollarının da Türkler tarafından kapatıldığını gören Diyojen paniğe kapılarak 'Çekil' buyruğu verdi. Ancak ordusu çevrelerindeki Türk hatlarını yarıncaya kadar yetişen Türk ordusunun ana kuvvetleri Bizans ordusunda tam bir panik başlattı. Kaçmaya kalkan generalleri görüp daha da paniğe kapılan Bizans askerleri en büyük savunma güçleri olan zırhlarını da atıp kaçmaya çalıştı. Bu sefer de ustaca kılıç kullanan Türk kuvvetleriyle eşit duruma düşüp büyük çoğunluğu yok oldu.

Türk Soyundan gelen Uzlar, Peçenekler ve Kıpçaklar; Afşin Bey, Artuk Bey, Kutalmışoğlu Süleyman Şah gibi Selçuklu komutanları tarafından verilen Türkçe emirlerden etkilenen bu süvari birlikleri de soydaşlarının yanına katılınca Bizans ordusu süvari gücünün önemli bir kısmını kaybetti. Sivas'ta soydaşlarına yaptıklarının acısını çıkartmak isteyen Ermeni askerleri her şeylerini bırakıp savaş alanından kaçınca Bizans ordusu için durumun vahameti arttı.

Ordusunu komuta etme olanağının kalmadığını gören Romen Diyojen yakın birlikleriyle kaçmaya kalktıysa da artık bunun imkânsız olduğunu gördü. Sonuçta tam bir bozgun havasına giren Bizans ordusunun büyük bölümü akşam hava kararıncaya kadar yok edildi. Kaçamayıp sağ kalanlar teslim oldular. İmparator omzundan yaralı olarak ele geçirildi.

Tüm dünya tarihi için büyük bir dönüm noktası niteliğinde olan bu savaş zafer kazanan komutan Alp Arslan'ın yenik İmparator Romen Diyojen'le antlaşma yapmasıyla son buldu. İmparatoru bağışlayan ve ona iyi davranan Sultan antlaşmaya göre İmparatoru serbest bıraktı. Antlaşmaya göre imparator kendi fidyesi için 1.500.000 denarius, vergi olarak da her yıl 360.000 denarius ödeyecek; ayrıca Antakya, Urfa, Ahlat ve Malazgirt'i de Selçukluya bırakacaktı. Tokat'a kadar kendisine verilen Türk birliği eşliğinde Konstantinopolis'e doğru yola çıkan imparator Tokat'ta toplayabildiği 200.000 kadar denariusu kendisiyle birlikte gelen Türk birliğine verip Sultan'a doğru yola çıkardı. Tahta kendi yerine VII. Mihail'in çıktığını öğrendi.

Romen Diyojen ise geri dönmekte iken Anadolu'ya dağılmış ordunun kalanlarından derme çatma bir ordu düzenlemiş ve kendisini tahttan indirenlerin ordularına karşı iki çatışma yapmıştır. Her iki muharebede yenilerek Kilikya'da küçük bir kaleye çekildi. Orada teslim oldu; keşiş yapıldı; katır üzerinde gözlerine mil çekilerek Anadolu'dan geçirildi, Kınalıada'daki manastıra kapatıldı ve orada birkaç gün içinde yaraları ve enfeksiyon nedeni ile öldü. 

Dandanakan savaşı ya da Dandanakan Meydan Muharebesi 24 mayıs 1040'ta Selçuklu Devleti'nin Gazne Devleti'ni yendiği ve Gazne Devleti'nin çözülmesine yol açan muharebedir. Bu muharebeden sonra Gazne Devleti yıkılış dönemine girmiş, Selçuklu Devleti resmen kurulmuştur. 

Bu savaş anadoluda olmamasına rağmen Selçuklu devletinin resmen kurulmasını sağlamış ve Anadoluya yönelen Türk beylerinin geride bir sorun kalmaması açısından ve Anadolu tarihi açısından önemli bir yere sahiptir. Anadolunun Türkleştirilmesi sürecinin ikinci ayağı da denebilir.. 

Hatırlanacağı üzere Anadolunun Türkleştirilmesi süreci üçe ayrılıyor; ilki Çağrı beyin 1018 den itibaren Anadoluya seferler ve akınlar düzenlemesi ile başlar, ikinci süreç Dandanakan savaşıdır ve son süreç ile yani 1071 Malazgirt savaşı ile Türklerin Anadoludan çıkarılamayacağı anlaşılmıştır.. 

Dandanakan savaşı öncesinden Çağrı ve Tuğrul Beyler, Oğuz boylarını yerleştirecek yurt arayışı içindeydiler. Devlet kurmak için kaldıkları Horasan'da, o bölgelere hâkim olan Gazneliler'e karşı sürekli akınlarda bulunuyorlardı. Selçuklular ile Gazneliler arasındaki bu mücadeleler yirmi yıl sürmüştü. Çatışmaların çoğunu Selçuklular kazanmış ve Gaznelilere ait bazı şehirleri ele geçirmişlerdi. Öte yandan Selçuklu Devleti'nin bağımsızlığını ilan etmiş olması Gazneli Devleti'nin itibarını sarsıyordu. Gazne Hükümdarı Sultan Mesud, Selçuklu tehlikesine son verebilmek amacıyla zırhlı birliklerden oluşan ordusuyla 1038 yılında Selçukluların üzerine sefere çıktı.

Gazne hükümdarı Sultan Mesud Nişabur üzerine yürüdü ve 16 Ocak 1040'ta şehre girdi. Ancak aşırı tahribata uğramış Nişabur'da yiyecek sıkıntısı çekilmesi üzerine çevre vilayetlerden erzak getirten Mesud, Selçuklu topraklarında ilerlemeye başladı. Yine de erzak bulamayan Mesud, Merv şehrine yürümeye karar verdi. Gazne ordusu yürüyüş sırasında Selçuklu'nun vur-kaçları ile yıpranmış, su ve yiyecek kaynakları da Selçuklu askerleri tarafından kesilmişti. 22 Mayıs 1040'ta Gazne ordusundan Selçukluların tarafına geçen Türkmen atlılarıyla bir çatışma yaşansa da, Gazneli Mesut'un ordusu savaş düzenini aldı.

24 Mayıs 1040'ta, Merv ve Serah arasındaki Dandanakan'da iki ordu çatışmaya başladı. Gazne ordusu Dandanakan Kalesi'ne yürürken Selçuklu ordusu hücuma geçti. Gazneli ordusu bu hücuma rağmen öğleye doğru kaleye ulaşabildi. Mesut, kalede konaklama teklifini kabul etmeyerek ordusunun su sıkıntısını giderebilmek için 5 saatlik mesafedeki vahaya gidilmesini emretti. Bu sırada 375 saray gulamı, Gazne ordusundan ayrılarak Selçukluların tarafına geçer ve daha önce geçmiş olanlarla birleştiler. Onlar daha sonra şiddetle hücuma geçtiler ve yorgun ve moralsiz olan Gazne ordusunu dağıttılar.

Sonuç olarak üç gün süren muharebe Selçukluların büyük galibiyeti ile sona ererken, Sultan Mesut 100 süvarisi ile Gürcistan tarafına kaçarak canını zor kurtardı ve 21 Haziran 1040 tarihinde Gazne'ye geldi. Bu muharebe Selçuklular'ın bölgede hakimiyetinin başlangıcı ve Büyük Selçuklu Devleti'nin kuruluşu olarak kabul edilir.

Savaştan canını zor kurtaran Sultan Mesud, tüm mal varlığını ve hazinelerini alarak Lahor'a gitmek üzereyken yolda askerleri tarafından yakalanıp hapsedildi. 1041 yılında da Gri hapishanesinde yeğeni tarafından öldürüldü.

Kazanılan bu zaferden sonra Selçuklu beyleri Tuğrul Bey'i Horasan Emiri ilan ettiler ve "Sultan" unvanı verdiler

Bir anlık dalgınlıkmı dersiniz, hiç olmaz diye gevşeklikmi dersiniz bilemem ama Japonların tarihteki en etkili, inanca dayalı, askerliğin nasıl bir fedakarlık olduğunu kanıtlayan İMKANSIZ OPERASYOUNUN adıdır PEARL HARBOR saldırısı.

Filmini izledik yıllar önce.. Sanatsal olarak iyi denebilir ama hikaye savaş olmaktan çıkmış bir aşk filmine dönüşmüştü..

Neyse bu saldırı sonrası ABD'nin hunharca sivilleri nasıl hedef aldığını, dünyaya ve Japonyaya yüzyıllar sürecek etkilerle karanlık yıllar bahşetti. 3 gün ara ile atılan iki atom bombası insanlığın nasıl yok eden bir varlığa dönüşebileceğinin bir göstergesi olmuştur.. 

ABD kendisine yapılan saldırıyı bu şekilde yüzbinlerce insanı gözünü bile kırpmadan katletmesi ve yüzbinleri de sakatlık ve hastalıklara maruz bırakması kendi tarihi adına bir yüzkarasıdır.. 

Peral Harbour Saldırısı, 7 Aralık 1941 tarihinde Japon deniz kuvvetleri tarafından, Amerika Birleşik Devletleri’nin Büyük Okyanus’ta bulunan askerî gemilerinden gelecek olası bir saldırısını önlemek için düzenlenmiştir. Bu saldırı ile Hawaii’nin Oahu adası, beklenmedik bir şekilde büyük bir bombardımana maruz kaldı.. 

İkinci Dünya Savaşı’na yaklaşıldığı dönemde Japonya, en az Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri kadar dünya ekonomisinde söz sahibi olmak istediğini izlediği siyaseti itibariyle açıkça ortaya koymuştu. Japonya’nın hedefi dünyanın önemli topraklarını ve doğal kaynakları ele  geçirmek, dünyanın yeni süper gücü olmaktı.  Japon güçleri, bu  amaçla 19. Yüzyılın sonlarına doğru Çin'i işgale başlamış ve 20. yüzyılın başında ise kendisini, Rusya ile büyük bir savaşın ortasında  bulmuştur. Bu tarihten 1930’lara kadar ise Japonya, askerî anlamda büyük bir güç ve donanıma  sahip olmuştur.  

Pearl Harbor saldırısı, 12 adet Amerikan savaş gemisini ciddi şekilde hasara uğratmış veya batırmış, 188 savaş uçağını imha etmiş, 1.178 kişi yaralanmasına ve 2,403 Amerikan askeri ile 68 sivilin ölümüne neden olmuştur. Bu saldırı Amerika’yı donanma açısından bir yıl geriye götürmüştür.

Bu olayın sonucunda ABD, Japonya’ya savaş ilan etmiş ve II. Dünya savaşına resmen dahil olmuştur. ABD, bu olayın intikamını ise insanlık dışı bir şekilde büyük ölçüde sivilleri hedef alarak almıştır.  

6 Ağustos 1945’te Hiroşima’ya 3 gün sonra ise Nagazaki’ye attığı atom bombalarıyla yüz binlerce kişinin hayatını yitirmesine sebebiyet vermiş ve izlerini günümüze kadar taşıyan radyoaktif etkiler bırakmıştır.

Allah belasını versin o...pu  ço..ğu  şimdi hiç bir ermeni bu konuda davasının haklı olduğunu SAVUNAMAZ.. pislik niyetleri ortada.. herhangi bir ermeni çıkıp bu o.ç nu itibarsızlaştırdımı, yaptığı kansızlık için özür diledi mi? benim yakın dostlarımdan biri ermeni ve kendisini çokta severim ama ne soykırım konusunda aynı düşünüyoruz ne de karabağ konusunda aynı düşünürüz, hele bu kız çocuğunun başına gelenleri öğrenince artık dünyayı verseler karabağ'dan vazgeçilmemeli.. 

Ve o kansız mutlaka bulunmalı

Şimdi bunu bazı Ermenilere okutmak ve tepkisini ölçmek gerek.. doktoru haklı bulanları da oracıkta aynısını yapmak gerek.. 

Birde dünya acaba ne düşünüyor.. bu tür argümanları daha sık kullandırmak gerek, ki şerefsizlerin ağzı kapansın.. 

Türk ve Azeri istihbaratı o o..ç'nu yakalayamadı mı daha... yazıklar olsun.. 

1992 yılında ermenilerin hocalı katliamında ermeni doktor zoli balayan'ın hatıralarında kendisinin kaleme aldığı ve itiraf ettiği işkence ile ilgi alıntılardan okuduğum bazı detayları paylaşmak istiyorum..

"Biz arkadaşımız Haçatur'la ele geçirdiğimiz eve girerken askerlerimiz 13 yaşında bir Türk çocuğunu pencereye çivilemişlerdi. Türk çocuğunun bağırış çağırışları çok duyulmasın diye, Haçatur, çocuğun annesinin kesilmiş memesini çocuğun ağzına soktu.

Ermeni doktor Zori Balayan, katliam sırasında pencereye çivilenmiş bir erkek çocuk gördü. Aklına kendince dahiyane bir fikir geldi.

Canlı bir çocuğun, derisi yüzüldükten sonra kaç dakika yaşayacağını hesaplamak için kolları sıvadı.

Küçük çocuğun çığlıklarına aldırmadan kafası dahil bütün derisini yüzdü.

Sonra karşısına geçip saat tutmaya başladı.

Çocuğun kan kaybından ölümü, 7 dakika sonra gerçekleşti.

“Doktor” ünvanlı canavar, akşam bu deneyi üç çocuk üzerinde daha gerçekleştirdiğini yazdı. Bir süre sonra, vahşi deneyini Ruhumuzun Canlanması adlı kitabında, gururla itiraf etti.

Kırmızı bültenle aranan Zori Balayan, o işkenceyi kitabında gururla itiraf ediyor.

Dünya tarihinde Amerika Birleşik Devletleri'ni vergiye bağlayan tek kişinin Osmanlı yönetimindeki Cezayirli Hasan Paşa olduğunu biliyor muydunuz? Aslan evcilleştirip yanından gezdiren Cezayirli Hasan Paşa hakkında bazı bilgiler paylaşmak istedim.

1735-39 Türk-Rus&Avusturya savaşı sürecinde yeniçeri ocağına katıldığı kayda geçmiştir. Özellikle Belgrad kuşatmasında kahramanlık gösteren Hasan, Tekirdağ'a tekrar dönüp kendisini azat eden tüccar efendisinin kızıyla evlenmiştir. İleri ki yıllarda ele geçirdiği bir gemi ile Akdeniz'e açılmış yolda iki İspanyol gemisi ile karşılaşınca çarpışıp birini batırmış birini de ele geçirmiştir.  

1770 yılında Ruslar Osmanlı donanmasını çeşme limanında tamamen yok etmiş, Limni adasının kuşatılması üzerine, 3000 askeri ile yola çıkarak kalenin yönetimini eline aldı ve Rusları bölgeden defetti. 

Bu başarısının ardından kendisine 'Gazi' ünvanı verildi ve 'Kaptan-ı Derya' rütbesi ile ödüllendirilerek Osmanlı Donanmasının başına getirildi.

Donanmanın yakılmasından sonra 3 yıl içinde büyük oranda kendi cebinden ve devlet hazinesinden sağladığı ödenekle modern bir donanma inşa ettirmiştir.

padişaha verdiği tavsiyeler ile 1773'te İstanbul Teknik Üniversitesi'nin de atası olan Mühendishane-i Bahr-i Hümayun'un kurulmasını sağlamıştır. Bu okul sayesinde kalifiye denizciler yetiştirmiştir.

Cezayirli Hasan Paşa bu dönemde Akdeniz açıklarında arka arkaya pek çok Amerikan gemisi ele geçirdi. 

O dönemde yeni bir ülke olan Amerika Birleşik Devletlerinin donanması Osmanlı İmparatorluğu ile boy ölçüşecek durumda değildi. 

Amerika Bu yüzden denizlerde Osmanlı hakimiyetine boyun eğdi ve Trablusgarp Antlaşması yapıldı. 

Osmanlıca yazılan ve 22 maddeden oluşan anlaşmayla Amerika yıllık 12 bin altını Osmanlı Devleti'ne vermeyi kabul etti. 

Bu anlaşma Amerika tarihinde yabancı dilde yapılan tek anlaşma olduğu gibi, yabancı bir devlete vergi ödemeyi kabul eden tek Amerikan belgesidir.

Osmanlı Denizciliğini geliştiren, günümüzdeki Deniz Harp Akademisinin temellerini atan, okulları kuran, kendi cebinden tersaneler, kışlalar ve camiler yaptıran Cezayirli Gazi Hasan Paşa arkasında hiçbir evlat ve servet bırakmadı.

Aslında kendileri hakkında çok detaylı bilgilere sahip değiliz ancak Amazon kadınları dünyanın bilinen en korkusuz ve savaşçı kadın kavmidir ve yaşadıkları düşünülen bölge Karadeniz kıyılarında eski Pontus kralığı. Ayrıca yaşadıkları Themiskyra köyünün Samsun’daki Terme ilçesi olduğu düşünülüyor.

Haklarında birbirinden farklı bilgiler var bazılarını paylaşmak istiyorum.

  • Amazonların ilk yerleşim yeri Türkiye‘nin kuzeyindeki Karadeniz oldu. İlk olarak Karadeniz’deki Themiskyra şehrine yerleşen Amazonlar zaman içinde İzmir, Selçuk ve Yunan İmparatorluğu yakınlarında da yaşadı.
  • Amazonların yaşadığı Themiskyra köyünün Samsun’daki Terme ilçesi olduğu düşünülüyor. Samsun’da Amazon kadınlarının heykel ve eşyalarının sergilendiği iki buçuk dönüm genişliğinde yapay bir Amazon köyü de bulunuyor. 
  • Savaşmayı yaşam biçimi olarak gören Amazon kadınları, daha iyi bir savaşçı olmak için vücutlarını yaralamaktan bile çekinmedi. Savaşta silah olarak ok ve yay kullanan bu kadınlar, daha hızlı ok atmak için sağ memelerini dağlıyordu.
  • Aralarına erkek sinek dahi kabul etmeyen bu kadınlar üremek için de komşu kabilelerdeki erkeklerle görüşüp doğurdukları kız çocuklarını kendileri gibi savaşçı bir kadın olarak yetiştiriyordu. Yalnızca savaşta başarılı olan kadınların hamile kalmasına izin veriliyordu. Hamile kalacak olan kadın iki ay boyunca kabileden uzaklaşıyor, hamile kaldıktan sonra da geri geliyordu. Çocuk kız olursa sorun yok ancak erkek çocuk doğuran kadın, bu çocuğu komşu kabiledeki babasına teslim ediyor ve bir daha da yüzünü görmüyordu. 
  • Amazon kadınlarının Milattan Önce 1200’lü yıllarda yaşadığı düşünülüyor.

Kurtuba Camii, İspanya'nın Cordoba kentinde yer alan yapı. İspanyolcada Arapça mescit (مسجد) kelimesinden türemiş Mezquita adıyla bilinir. 600'lerde kilise olarak inşa edilen yapı 786-1146 yılları arasında çeşitli eklemeler yapılarak cami olarak kullanılmış, sonrasında tekrar kilise olarak kullanılmaya devam edilmiştir. 

Kurtuba Camii dünyanın en büyük ve en eski camilerinden biridir.

Endülüs Emevilerinin başkenti Kurtuba'da 600 cami vardır. Bu camilerin en anıtsal ve ihtişamlısı Kurtuba Camii'dir. Vadil-Kebir nehri kenarındaki caminin temelini 786'da I. Abdurrahman atmıştır. 1984 yılında Kurtuba Camii UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak ilan edildi. On yıl sonra Dünya Mirası Alanı, eski şehrin çoğunu içerecek şekilde genişletildi.

1086 yılında Endülüs'te müslümanların hristiyanlara karşı kazandığı büyük zafer.

Murabıt Yusuf bin Taşfin ve Kastilya Kralı VI. Alfonso arasında yapılmış olan muharebedir. Aragon Krallığı ise Kastilya'ya yardım etmiştir. 

Yusuf ibn Taşfin üç Endülüslü liderin (Mutemid ibn Abbad ve diğerleri) çağrısına yanıt vermiştir ve Endülüs'e Murabıtlardan 7000 savaşçı ile geçmiştir. Ordusuyla Endülüs'ün kuzeyine ez-Zellaka'ya varana kadar ilerlemiştir. Murabıtların ordusu Endülüs'ün her tarafından gelen savaşçılardan oluşuyordu ve yaklaşık 30000 savaşçıya ulaşmıştı. Kastilya Kralı VI. Alfonso savaş meydanına 60000 savaşçı ile gelmişti. İki lider savaştan önce mesajlarını birbirlerine iletmişlerdir. Yusuf ibn Taşfin düşmanına üç seçenek vermiştir: İslam'a geçmek, haraç vermek (cizye) veya savaşmak. 

VI. Alfonso Murabıtlara karşı savaşmayı seçmiştir. Muharebe, Cuma günü şafakta VI. Alfonso'nun saldırısı ile başlamıştır. Yusuf bin Taşfin ordusunu üç bölüğe ayırmıştır. İlk bölük Mutemid ibn Abbad tarafından yönetilen 15000 savaşçıdan oluşuyordu, ikinci bölük Yusuf bin Taşfin tarafından yönetilen 11000 savaşçıdan oluşuyordu ve üçüncü bölük ise ellerinde Hint kılıçları ve ciritleri ile 4000 siyah Afrikalı savaşçıdan oluşuyordu. Mutemid ibn Abbad ve bölüğü VI. Alfonso ile öğleden sonraya kadar savaşmıştır, sonra Yusuf bin Taşfin ve bölüğü savaşa katılarak VI. Alfonso'yu ve ordusunu çevrelemişlerdir. Panikleyen hristiyan ordusu geri çekilmeye başlamıştır, sonra Yusuf üçüncü bölüğe saldırmaları ve savaşı bitirmelerini emretmiştir. 

Çağdaş kaynaklarda rakamlar farklı da olsa bir çok kaynağa göre Alfonso'nun ordusunun 59500 ölüden fazla kayıp vermiştir. Yalnızca 100 şövalye Kastilya'ya geri dönebilmiştir. VI. Alfonso savaştan sağ çıkmıştır fakat bacağını kaybetmiştir.

Türk olmak zordur, Çünkü dünya ile savaşırsın,

Türk olmamak daha zordur, Çünkü Türklerle savaşırsın.

                                               - Fatih Sultan Mehmet

LOZAN ANTLAŞMASI

Lozan Antlaşması (veya yapıldığı dönem Türkçesi ile Lozan Sulh Muahedenamesi), 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre'nin Lozan şehrinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileriyle Britanya İmparatorluğu, Fransız Cumhuriyeti, İtalya Krallığı, Japon İmparatorluğu, Yunanistan Krallığı, Romanya Krallığı ve Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı (Yugoslavya) temsilcileri tarafından, Leman Gölü kıyısındaki Beau-Rivage Palace'ta imzalanmış barış antlaşması. 

Görüşülen konular ve alınan kararlar

  • Türkiye-Suriye Sınırı: Fransızlarla imzalanan Ankara Anlaşması'nda çizilen sınırlar kabul edilmiştir.
  • Irak Sınırı: Musul üzerinde antlaşma sağlanamadığı için, bu konuda Birleşik Krallık ve Türkiye Hükûmeti kendi aralarında görüşüp anlaşacaklardı. Bu anlaşmazlık Musul Sorunu'na dönüşmüştür.
  • Türk-Yunan Sınırı: Mudanya Ateşkes Antlaşması'nda belirlenen şekliyle kabul edildi. Meriç Nehri'nin batısındaki Karaağaç istasyonu ve Bosnaköy, Yunanistan'ın Batı Anadolu'da yaptığı tahribata karşılık savaş tazminatı olarak Türkiye'ye verildi.
  • Adalar: Midilli, Limni, Sakız, Semadirek, Sisam ve Ahikerya adaları üzerinde Yunan hakimiyeti hususunda Osmanlı Devleti'nin imzalamış olduğu 1913 tarihli Londra Antlaşması ve 1913 tarihli Atina Antlaşması'nın adalar hakkındaki hükümleri ve 13 Şubat 1914 tarihinde Yunanistan'a bildirilen karar, adaların askeri gayelerle kullanılmaması şartıyla aynen kabul edilmiştir. Anadolu kıyısına 3 milden az mesafede bulunan adaların ve Bozcaada, Gökçeada ile Tavşan Adaları üzerindeki Türk hakimiyeti kabul edilmiştir.[8]

Osmanlı Devleti tarafından Uşi Antlaşması ile 1912 yılında İtalya'ya geçici olarak bırakılan On İki Ada üzerindeki bütün haklardan on beşinci maddeyle İtalya lehine feragat edilmiştir.[9]

  • Türkiye-İran Sınırı: Osmanlı İmparatorluğu ile Safevî Devleti arasında 17 Mayıs 1639'da imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması'na göre belirlenmiştir.
  • Kapitülasyonlar: Tamamı kaldırıldı.
  • Azınlıklar: Lozan Barış Antlaşması'nda azınlık, Müslüman olmayanlar olarak belirlenmiştir. Tüm azınlıklar Türk uyruklu kabul edildi ve hiçbir şekilde ayrıcalık tanınmayacağı belirtildi. Antlaşmanın 40. maddesinde şu hüküm yer almıştır: "Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, hem hukuk bakımından hem de uygulamada, öteki Türk uyruklarıyla aynı işlemlerden ve aynı güvencelerden yararlanacaklardır. Özellikle, giderlerini kendileri ödemek üzere, her türlü hayır kurumlarıyla, dinsel ve sosyal kurumlar, her türlü okullar ve buna benzer öğretim ve eğitim kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve dinsel ayinlerini serbestçe yapma konularında eşit hakka sahip olacaklardır."[10] Batı Trakya'daki Türklerle, İstanbul'daki Rumlar dışında, Anadolu ve Doğu Trakya'daki Rumlar ile Yunanistan'daki Türkler'in mübadele edilmeleri kararlaştırıldı.
  • Savaş tazminatları: İtilaf Devletleri, I. Dünya Savaşı nedeniyle istedikleri savaş tazminatlarından vazgeçtiler. Türkiye, tamirat bedeli olarak Yunanistan'dan 4 milyon altın talep etti[11] ancak bu istek kabul edilmedi. Bunun üzerine 59. maddeyle Yunanistan savaş suçu işlediğini kabul etti ve Türkiye tazminat hakkından feragat etti ve sadece savaş tazminatı olarak Yunanistan, Karaağaç bölgesini verdi.[12]
  • Osmanlı'nın borçları: Osmanlı borçları, Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrılan devletler arasında paylaştırıldı. Türkiye'ye düşen bölümün taksitlendirme ile Fransız frangı olarak ödenmesine karar verildi. Düyun-u Umumiye idare heyetinde bulunan yenik Alman İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu devletlerinin temsilcileri idare kurulundan çıkartılmış ve kurumun faaliyeti devam ettirilerek antlaşmayla birlikte yeni görevler verilmiştir. (Lozan Barış Antlaşması madde 45,46,47...55, 56).
  • Boğazlar: Boğazlar, görüşmeler boyunca üzerinde en çok tartışılan konudur. Sonunda geçici bir çözüm getirilmiştir. Buna göre askeri olmayan gemi ve uçaklar barış zamanında boğazlardan geçebilecekti. Boğazların her iki yakası askersizleştirilip, geçişi sağlamak amacıyla başkanı Türk olan uluslararası bir kurul oluşturuldu ve bu düzenlemelerin Milletler Cemiyeti'nin güvencesi altında sürdürülmesine karar verildi. Böylece Boğazlar bölgesine Türk askerlerinin girişi yasaklandı. Bu hüküm, 1936 yılında imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile değiştirilmiştir.[13]
  • Yabancı okullar: Eğitimlerine Türkiye'nin koyacağı kanunlar doğrultusunda devam etmesi kararlaştırıldı.
  • Patrikhaneler: Dünya Ortodokslarının dini lideri durumundaki patrikhanenin Osmanlı Devleti zamanındaki bütün ayrıcalıklarının kaldırılarak sadece dinî işleri yerine getirmek şartıyla ve bu hususta verilen sözlere güvenilerek İstanbul'da kalmasına izin verildi. Ancak antlaşma metnine patrikhanenin statüsü hususunda tek bir hüküm konulmadı.[14]
  • Kıbrıs: Osmanlı Devleti Ruslara karşı İngilizleri yanına çekebilmek için 1878 yılında Kıbrıs'taki hakları saklı olmak şartıyla geçici olarak Kıbrıs'ı Birleşik Krallık idaresine vermişti. Birleşik Krallık I. Dünya Savaşı'nın başlaması üzerine 5 Kasım 1914'te Kıbrıs'ı topraklarına kattığını resmen açıkladı. Osmanlı Devleti bu kararı tanımadı. Türkiye Lozan Antlaşması'nın 20. maddesiyle Kıbrıs'taki Birleşik Krallık egemenliğini kabul etti

Batı her zaman iki yüzlü olmuştur.. bugün barbarlık bakıyorumda dünyada artık birçok insan kitlesini içine alıyor. her insan kapitalist sistemde bir şekilde barbarlaştırılıyor.. acımasız ve metalara bağımlı vicdan yoksunu her insan barbardır.. bu kadar maddeci bir anlayış, kitleleri insanlıktan çıkarıyor..

Barbarla ki bunda kuzey Avrupalıları ve özellikle 375'te başlayan Hun Türklerinin Avrupa'ya yönelimi ve kavimler göçünü temel alıyorlar.. ama yıllardır düşünürüm, gelen kavimlere barbar diyen Avrupa o tarihlerde çok mu medeni idi. Roma'nın imparatorluğunu ve sonrasında ki Bizans'ın halkına nasıl barbarlıklar yaptığını Allahtan Avrupalı tarihçiler yazmış.. 

Bir kez daha şahit oluyorum ki Avrupa tarihin her döneminde barbardı sadece sonra birkaç yüzyılda insani yaşan standardı gelişmiş o kadar ama bugün hala  ikiyüzlü siyasetleri çok değil bundan 20 yıl önce Avrupa'nın göbeğinde bir soykırım yaşanmasına izin vermiş bir topluluktan bahsediyoruz ki millete barbar deme yüzsüzlüğünü hala gösterebiliyorlar..

47 milyon yıl öncesindeyiz, ve gördüğümüz herşeyin okyanustan bakteriye, yürüyen balıktan yeraltı kemirgenine kadar bize nasıl yol açtığını ve gezegenimizin nasıl oluştuğunu anlamak üzereyiz.

Atmosfer bugüne çok yakın bir durumda, gezegenin sıcaklığı 24 derece civarında, bir gün 24 saatten biraz kısa, dünyanın plakaları o günün kıtaları ile beraber yine hareketli, hindistandan asyaya doğru bir kırılma söz konusu, ve bu kırılma sonucu Himaliyalar oluşuyor. 

20 milyon yıl önce dünya bugünkü halini almış, yanı bugünün aynısı, tek eksik biz insanlar. 

o zamanlar yani 4 milyon yıl önce afrikanın doğu yakasında yaklaşık 6000 km uzunluğunda bir sağ sırası oluşuyor ve yemyeşil kıta da oluşan bu dağ sırası bir duvar görevi görüyor ve daha doğudan hint okyanusundan gelen nemli hava iç kısımlara giremiyor, dolayısı ile kıta kuraklaşıyor ve ağaç dallarında yaşayan maymunsu yaratıklar yerde yürümeye zorlanarak yeni yerler keşfetmeye başlar ve bu süreç içinde ağaca ihtiyaç olmadan yaşamaya alışır ve bu Evrim teorisyenlerine göre insanın yerdeki ilk adımıymış. 

Bundan 1.5 milyon yıl önce bir baba ve bir çocuğun izlerine rastlanmış bunlar homo erectus ve Evrim teorisyenlerine göre  insan türünün en erken örnekleri olma özelliği taşıyordu 2015'e kadar, geçtiğimiz günlerde Etiyopya'da bulunan insansı kemikler bundan 3.5 ila 3.8 milyon yıl öncesine ait olduğu düşünülüyor, Etiyopya'nın Afar bölgesinde varlığı daha önce bilinmeyen bir insan türüne ait kalıntılar olduğu söylendi. 

Sonuç olarak uzmanlar aynı dönemlerde yaşayan farklı insan türlerinin bulunmasını ve tek bir türün evrimine dayalı varsayımların gözden geçirilmesi gerektiği dile getiriliyor.

İklim 70bin yıl önce tekrar değişiyor, deniz seviyesi düşüyor ve Afrika ve Arabistan arasındaki mesafe 13 km kısalıyor ve daha sonra ki bir insan türü olan homo sapiens kızıl deniz üzerinden nihayet karşı tarafa geçiyor.

Evrim teorisyenlerine göre 200 kadar insan tüm dünya nufusunun atası olarak görülüyor ve Afrikadan Arabistana geçen insan oradan Hindistana, Asyaya ve Avrupaya geçiyor.. 

40bin yıl önce Avrupa şimdikinden soğuk ve ıssız ama gezegenin kuzey kısmı soğumaya artarak devam ediyor ve yeni bir buzul çağı başlıyor, nispeten öncekilerden kısa sürecek. gökdelenler yüksekliğinde buz küleleri günde 30 cm güneye doğru genişliyor. 

Şimdi 20bin yıl önce gezegenin kuzey kutbu 2.5 km kalınlığında bir buz kütlesiyle örtülü, ve kuzey doğuda sibirya ile alaska arasında bir kaya kütlesi beliriyor ve yeni dünya amerika ile bir köprü oluşturuyor. muhtemelen amerika kıtasının ilk yerlileri bu dönemde kıtaya geçiyor.

14bin yıl önce buz çekilmeye başlıyor ve iklim normalleşiyor.ve günümüzden 6bin yıl öncesine kadar buzlar kuzey kutbuna ve antartikaya çikiliyor. 

Ve nispeten bilinen dünya ve insan tarihine giriş yapıyoruz. bizim açımızdan insanlık tarihi yazının keşfi ile başlar ve Evrim eğer gerçekse şaun en hızlı dönemindeyiz...

50 milyon yıl geçti ve gezegen dönüşüm geçirdi. bahsettiğimiz dönem bundan 250 milyon yıl ile 200 milyon yıl öncesi.

Kitleler halinde soy tükenmesinin yarattığı tramvanın ardından gezegen iyileşiyor.. sıcaklık sabitleniyor ve asit yağmurları nötürleşiyor ve bitkiler tekrar yeşermeye başlıyor. bu büyük değişimden sonra yeni türleri için uygun ortam nihayet oluşuyor.

Bu yeni tür insanlık için en fazla merak uyandıran tür olan dinazorlar dönemi, Ayrıca bu dönem de gezegenin plakaları tekrar hareket ediyor, yer kabuğu tekrar kısmi olarak aktifleşiyor. yer kabuğu esniyor ve volkanizmalar sonucu gezegenin çekirdeğinden lav çıkıyor ve bu kırılmalar kuzey amerikanın doğu sahilleri boyunca da devam ediyor.. günümüz açısında da bakarsak şuan yer kürede kabuğun en ince  olduğu yer. 

190 milyon yıl önce süper kıta PANGEA kırılıyor. bu kırılma sonrasın da bugünün iran ve arabista yarımadasını içine alacak şekilde ortadoğu oluşuyor. 

o günün şartlarında denizlerde muaazam bir yaşam var ve bu kırılmalar sonucunda çok büyük bir kısım ölüyor ve okyanus tabanına seriliyor ve sonraki 10 milyon yıl boyunca kaya tabakaları ölü balıkları gömücek ve ısıtacak. tarih öncesi balıklar ve plaktonlar petrol olacak. 

180 milyon yıl öncesi ve sonrasında kuzey amerika plakası hala avrupa ve asya plakasından uzaklaşıyor, bu iş çok yavaş oluyor yani her yıl 2.5 cm kadar. tırnaklarımızın uzama hızı ile aynı. 

Montreal marakeşten ve newyork afrikadan kopuyor ve uzaklaşıyor arada ise büyük bir okyanus "Atlantic" oluşuyor. Dünyamız yeniden düzenleniyor. 

185 milyon yıl önce dünya üzerinde ki en güçlü canlılar dinazorlar ve dünya üzerinde hiç bir canlı onların bu egemenliğine karşı koyamaz. dinazorlar ilk olarak yaklaşık 240 milyon yıl öncesinden 65 milyon yıl öncesine kadar en güçlü varlıklardı ve 175 milyon yıl boyunca bu güç hep elinde idi.

65 milyon yıl önce bir astroit bu hakimiyete son verme düşüncesiyle dünyaya yaklaşmakta.. bu astroir 11bin kilometreden büyük ve meksika körfezi yakınlarına çarpıyor ve çarpma o kadar şiddetli ki astroit anında toz oluyor, bu çarpmanın etkisi milyonlarca nükleer silah enerjisini açığa çıkaracak güçte. 

Çarmanın etkisi onbinlerce km ötede ve yaşayan herşey yok olmanın eşiğinde. yer kürede bir sıra depremler oluyor. lavlar açığa çıktı ve gezegenin yüzey sıcaklığı 275 dereceye kadar çıkıyor. ve bitki örtüsü aynı anda tutuşuyor. çarpmadan aylar sonra bile duman ve kül güneş ışınlarını engelliyor.

Gezegen dinazorlardan sonra artık daha sessiz ve öncesi dönemlerde toprak altında yaşayan memeliler için bir fırsat doğdu. 

Bu günün Almanyası olacak yer bundan 47 mlyon yıl önce bir kriter gölü idi ve bugün yapılan keşifler neticesinde Evrim teorisyenlerine göre insanın atası olarak kabul edilen ilker primat olan ida burada yaşamış ve gölden salınan zihirli bir gaz nedeniyle ölmüş. Evrimci bilim insanları bu primatta bugünün insanının hikayesini keşfettiğini düşünüyor. 

Yaklaşık 120 milyon yılda oluşan Ozon tabakası güneşten gelen radyasyonu emerek dünyanın etrafını bir battaniye gibi sarıyor, ve karada hayat oluşumunun önünü açıyor.

ilk kara bitkileri yosun yumruları, daha çok oksijen pompalıyorlar. 

375 milyon yıl önce ortaya çıkan Tiktaalik, geç Devoniyen dönemine ait tetrapodlara benzer birçok özellik taşıyan, soyu tükenmiş bir monospesifik cinstir. Tiktaalikin, balıktan amfibilere yani karadaki canlı türe evrimsel geçişin temsilcisi olarak görülür. tetrapodların 15 milyon yılda geçirdiği evrim ile Tiktaaliklere dönüştüğü düşünülüyor. ve Tiktaalikler 360 milyon yıl önce kara yüzeyi onun evi oluyor ve bu türden 4 bacaklı omurgalı türler evrim geçirerek, dinazorlar, kuşlar, tüm memeliler ve hatta bir çok bilim adamına göre sen ve ben bu evrimin birer parçasıyız. (Hz. Adem'i ilk insan olarak gören anlayış bunu kabul etmiyor) 

Atmosferde bulunan oksijen seviyesi yer kürede yaşayan canlıların görece büyümesini ve irileşmesine sebep oluyor. örneğin yusufçuğa benzer bir canlı ve kartal boyutunda, kırkayak benzeri bir canlı yaklaşık 2 metre ve akrepler kurt büyüklüğünde. 

Eğer doğada yaşam varsa ölümde vardı ve ölen o bitkiler islak olan zeminde çürüyerek yüzlerce yılda toprak altına girdi. 300 milyon yıl önce dünyamızda bulunan bitkilerin ölmeleri ve milyonlarca yıl sonunda üzerlerini kaplayan kaya kütleri sayasende bu günün kömür yatakları oluştu. 

Evrim devam ediyor, ve 250 milyon yıl önce, daha dinazorların gelmesine 20 milyon yıl varken, o zamanların kertenkeleri geçtiğimiz 50 milyon yılda evrim geçirerek "skota sarus" adında devasa sürüngenlere dönüştüler. 

Ve yer küre tekrar aktif, Bu günün sibiryası, Bazalt patlamaları bu dönemde yaşayan bir çok sürüngen türünün neslini tüketiyor, yer küre bir cehenneme dönüyor. 

Rodinya kıtasının diğer tarafında 16 bin KM uzaklıkta patlamalar sonucu ortaya çıkan gaz ve kül dünyadaki hayvanları yakıyor, boğuyor ve öldürüyor.  Atmosfer patlamalardaki sülfür-dioksitle dolu, yağmur yağınca gaz sülfürik asite dönüşüyor ve üzerine düştüğü herşeyi yakıyor. 

Sibilya patlamaları bütün gezegeni dönüştürüyor ve atmosfer ısınıyor gezegende ki yaşam yine son buluyor. karada canlı kalmadı denizlerde de. ayrıca okyanuslar artan sıcaklık ve azalan oksijen miktarına bağlı olarak pembeye dönüştü, sadece pembe su yosunları hayatta kaldı. yaklaşık 250 milyon yıl öncesinden söz ediyoruz.

650 milyon yıl önce gezegenin sıcaklığı -50'ye kadar düşüyor ve bazı bilim adamlarınca ilk ve en uzun buzul çağı başlıyor ve kar topu dünyası dedikleri buzdan kayalar ve dağalar oluşuyor.

Kutuplardan ekvatora doğru buzul dağlar oluşuyor ve bütün gezegen 3 kilometre kalınlığında bir buz tabakasının altına gömülüyor. 

Ama çekirdek hala güneşten daha sıcak ve bir süre sonra volkanik patlamalar meydana geliyor, ancak bu patlamalar dahi buzul çağını bitiremiyor ama süreç yavaş yavaş tersine dönecek.. daha önceki volkanik patlamalarda havaya salınan milyonlarca ton karbondioksiti kayalar emiyordu ama şimdi buz dağları var ve karbondioksiti emecek bir kaya yok ve karbondioksit atmosferi kaplıyor. ve bu sayade güneş sıcaklığı atmosfere hapsoluyor ve sıcaklık artıyor. 

Nihayetinde 15 milyon yıl sonra buz erimeye başlıyor. Eriyen buzlar çekildikçe yer kabuğunun ince ve zayıf yerlerinde volkanik patlamalar oluyor ve atmosferdeki karbondioksit düzeyi yükseliyor ve sıcaklık artıyor. tabi erime de doğal olarak hızlanıyor. bu erime bir dizi reaksiyon meydana getiriyor ve gezegendeki oksijen düzeyi artıyor. bu aksijen, hidrojen-peoksit oluşturdu ki şu saç beyazlatıcısı ile aynı kimyasaldır. 

Dünya uyanıyor ve artık çok başka bir yerdir. 600 milyon yıl önce atmosfer daha sıcaktır. yaz günü gibi. Dünyanın dönüşü gittikçe yavaşlıyor ve günler yaklaşık 22 saat sürüyor. 

Şimdi 540 milyon yıl önce oksijenle dolu bir okyanusta o ilker bakteriler evrim geçirdi. buzul çağına direnen bu bakteriler bitkilere dönüştü. şimdi deniz tabanında her yerde bitkiler var. bir şey daha var çok hücreli organizmaların yeni temsilcilerinden VİLVAKSİA.

Dünyanın öyküsünün en dinamik olduğu zamanlara geliyoruz, Kambriyen Patlaması. oksijen miktarının fazla olması ve canlı türü ve sayısının fazla olması artık büyük, kemikli ve iskeletli organizmalar oluşması için ortam uygun hale geliyor. 

460 milyon yıl önce yer kabuğu plakaları tekrar harekete geçti. altında yeni bir kıta yatıyor "Dontvana". Gezegenin sıcaklığı yaklaşık 30 derece ve oksijen seviyesi şuankine yakın.. 

Demek ki dünya 1.5 milyar yıl önce 16 saatte bir günü tamamlıyormuş. 

Dünyada ve diğer gezegenlerde hala yaşam yok sadece dünyada herşeyi değiştirecek bir güç var. 

Dünyanın çekirdeği hala iş başında ve tam 1.5 milyar yıl önce okyanus tabanında plakalar tekrar kırılmaya ve yeni şekillerle oluşmaya devam ediyor. bu plakalar güneşin yüzeyinden daha sıcak bir durumda ve üzerindeki kaya kütlesini harekete geçiriyor, onları itip çekiyor ve 400 milyon yıl gibi bir zamanda adaları ve büyük kara kütlerini sürükleyerek birleştiriyor ve süper kıta RODİNYA oluşuyor

RODİNYA'nın etrafında ki sığ sularda stromatolitler 2 milyar yıldan beri atmosfere oksijen pompalamaya devam ediyor.. ve dünyanın oluşumundan 3.4 milyar yıl sonra sıcaklık 30 derece. günler 18 saat. 

Bundan 1.1 milyar yıl öncesindeyiz ve yeni yaşamlar için zamanda ilerlemeliyiz. 350 milyon yıl sonra, bugün kü washington eyaleti bölgesinde gezegenin derinliklerinde bir güç kabuğu parçalıyor ve o günkü süper kıta RODİNYA ikiye ayrılıyor, ve arada kalan bölge bugünkü Atlas okyanusu..

Bazılarına göre ve bazı gazetelerin yazdığına bakılırsa vahdettin'in kaçarken 140 milyar gibi büyük bir serveti yanında  götürmüş.. bugünkü hesaplamalara göre ülkeye 500 milyar dolarmış, hadi oradan dicem ama bu memlekette yazılan her şeye inanan cahil bir kitle var.. bu rakamları  biraz abartı olduğunu düşünmekle birlikte,

söylenen para o kadar büyük ki o geminin hepsi para olsa almaz.. ingiliz şerefsizler muhtemelen çok para eden önemli eşyaları yanlarına alınmasını istemiş o gün çok para etmese de bugün tarihi değeri hesaplandığında çok çok daha kıymetli olabilecek eşyalardan bahsediyoruz.. 

ayrıca malum osmanlı bir hanedan idi ve kendi şahsi malları da çok fazla idi.. yine muhtemeldir ki götürdüğünün belki 20 katını burada bırakmışlardır.. tabi ki bu onun kaçmasını haklı kılmaz kaldı ki kaçmasa ne olacaktı. 1922 de saltanat kaldırıldığında zaten sürülecekti.. o zaman da rezil rüsva olacaktı ama bunca basiretsizliğe rağmen o dönemin paylayan yıldızı ki bunu ingilizler de gördü, Vahdettin sözüm ona bölgede asayişi sağlamak üzere ama esasen anadoluda bir direniş başlatması için gönderdi.. sonra ne oldu, tabi ki bu direniş ingilizlerin hiç hoşuna gitmedi. ve çok büyük baskı altında olan padişah kısmen onlara itaat etmek zorunda kaldı.. bu zaman ki delikanlı geçinen sözde milliyetçilerin hiç biri o dirayeti de gösteremezdi. peki sonra ne oldu.. Mustafa Kemal herşeyi kendi üzerine aldı. ve günü geldiğinde bir çok kişiye göre batının dayatması bazısının ifadesisne göre kendi istikbali için önce saltanatı sonra halifeliği kaldırdı.. zaten ondandır ki bu milletin içinde kendisine muhalif dünya kadar insan var. ama bazı gazeteci geçinenler ne diyor vahdettin Mustafa Kemali samsuna göndermemiş de Devlet göndermiş. ulan o dönem de devlet kim.. Vahdettin istemese gidebilirmiydi.. 

Neyse yine tekrarlıyorum bu yaşananlar Vahdettinin kaçmasını makul kılan sebepler değil.. bir osmanlı halifesi canını vereceğini bilse bu toprakları terk etmemeliydi. ama muhtemelen savaşı ingilizler kazardığı için kendisine muhtemelen bazı garantiler ve vaatler verilerek burada götürüldü.. Allah Affetsin, ne diyelim

13 4