Neler oluyor

Tarih#

ABD, Kızılderililerle savaşırken
Kızılderilileri açlıktan öldürmek için,
hayvanlarının hepsini öldürdüler
ve onlar açlıktan öldüler..


Çocuklar dahil her Kızılderili başı
getirene 5 dolar verdiler.
Resmî kurumlar, binalar Kızılderili başı ile doldu, İnsan başından tepeler oldu..


Yine de Kızılderililerle başa çıkamadılar.
Anlaşma yoluna gideceklerini,
çekileceklerini söyleyerek, iyi niyet
göstergesi hediye olarak battaniye verdiler.
Verilen battaniyelere bulaşıcı hastalık
bulaştırılarak verildiğinden.. 70 milyona yakın Kızılderili, genci,
çocuğu, yaşlısı, hamile kadınları bulaşıcı hastalıktan acı çekerek hepsi öldü..


Kalan Kızılderilileri de Kanada'ya sürdüler ve sadece devlet olarak (sanırım 2010 da ) özür dilediler o kadar. Kafa derisi yüzmek de Kızılderililere ait değil. İnsanları kovboy filmleri ile kandırdılar yıllarca.


ABD, bize ermeni soykırımı dediğinde onlara lütfen bu vahşet hatırlatılsın.
Okuduğunuz için teşekkürler.


Saygılar..

Psikologlarından biri kabul edilmektedir. Anksiyete ve duygudurum bozukluklarına ilişkin bilişsel tedaviler önermiştir. Ruhsal bozukluklara hatalı düşünmelerin sebep olduğunu vurgulamıştır.

Belhi, 849 yılında Afganistan’ın Belh şehrinde doğmuştu. İçedönük bir yapısı vardı. Hekimliğinin yanında coğrafya ve ilahiyat ile ilgilenmişti. Güzel söz söylemede de ustaydı. Öyle ki kaynaklar Belhi konuşurken ‘bir mücevher yağmuru’ gibi konuştuğunu anlatmak istediği konuyu oldukça öz bir şekilde anlatabildiğini kaydetmiştir.

İçedönük yapısı başta kendisi olmak üzere insanların düşünce süreçlerini daha iyi analiz etmesini sağlamıştır. Güzel söz söyleyebiliyor olması onun iyi bir psikolog olmasına katkı sağlamış gibi görünüyor.

En önemli eseri Mesâlihu'l-ebdân ve'l-enfüs yani Beden ve Ruh Sağlığını Koruma’dır. Bu eserde psiko-somatik hastalıklarla ilgili paragraf ise dikkat çekicidir. Öncelikle psiko-somatik hastalıklardan bahsedelim. Bu tip hastalarda psikolojik sorunlar fiziksel bir biçim almışlardır. Hasta, bedeninde ağrı hissetmesine rağmen -örneğin kolunda ya da karnında- yapılan tüm incelemeler sonucunda herhangi bir bedensel bozukluğu olmadığı görülmektedir. Böylece durumun örneğin kaygıya bağlı bir psikolojik sorun olabileceği ihtimali akla gelir. ‘Soma’ beden demektir. Bu tip hastalar, psikolojik sorunlarını ‘somatize’ ederler yani ‘bedenleştirirler’.

Şimdi de Belhi’nin dediklerine bakalım:

‘İnsanın hayatının devamı ruhu ve bedeniyledir. İnsani fiillerin meydana gelmesi için bu ikisi bir arada olmadan insanın bekası düşünülemez. Dolayısıyla ruh ve beden meydana gelen musibetler ve maruz kaldıkları acılarda ortaktırlar. Nasıl ki, beden hastalanıp acı ve elem duyduğunda bu, anlamak, bilmek ve onun dışındaki ruhi güçlerin işlerini olması gerektiği gibi yapmasını ve bu acılarla insanın ruha eziyet veren ve endişelendiren şeyleri yok edecek işleri yapmaya kendisini vermesini engelliyorsa, ruhtaki bu durum da insanın bedeni lezzetlerden zevk almasını ve bunların olması gerektiği gibi yapmasını engeller...

19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramımız kutlu olsun gençler.

Atamız bu günü bize armağan etti. ne büyüksün Atam

Navarin Katliamı olarak bilinen ve Yunanistan'ın bağımsızlığını kazanması sırasında yaşanan katliam dizisinin sadece bir bölümü olan acımasız ve kahpelik kokan bir katliamdı. Katliam 19 Ağustos 1821 (anma günü ilan edilmeli) günü Mora Yarımadası'ndaki Navarin şehrinde gerçekleşti ve şehrin yaklaşık 3000 kişilik Türk sakini özellikle Yunanlı insan dışı varlıklarca katledildi.

Avrupa kaynaklarında Navarin katliamı hakkında bilgiler onlarca yıl sonra yayınlanmıştır.


Şehrin Türk sakinleri, açlık yüzünden teslim olmayı önerdi. Yunanlar da bunun üzerine şehrin sakinlerini Mısır'a güvenli bir şekilde götürmeyi önerdi. Teslim olma işlemi bitince, Türkler şehirdeki tüm mallarını, tüm paralarını ve mücevherlerini Yunanlara teslim etti, fakat Yunanlar söz verdikleri güvenli yolculuğu gerçekleştirmeye niyetli değillerdi. Müzakere eden Yunanlardan biri olan Poniropoulos, yıllar sonra General Gordon'a teslim olma belgesinin Türklerdeki kopyasını yok ettiğini ve böylece geride böyle bir anlaşmaya ilişkin bir kanıt kalmadığını söyledi.

19 Ağustos 1821 günü kapılar açılınca, Yunanlı alçaklar hemen içeriye hücum etti ve kaçabilen 160 kişi dışında 3000 kişilik tüm nüfusu öldürdü.

Tarihçi George Finlay, Phrantzes adlı Yunan bir rahibin katliama tanıklık ettiğini söyledi ve onun anlattıklarından yola çıkarak aşağıdaki tanımı yaptı:

Mermiler ve kılıçlarla yaralanmış kadınlar kaçmak umuduyla denize koştu, bu sırada kasten vuruldular. Kollarında bebekleri olan annelerin kıyafetleri çalındı ve tek gizlenme yeri olan denize koştular, suda çömelirken insan olmayan tüfekli askerler tarafından vuruldular. Yunanlar bebekleri annelerinin kollarından aldı ve kayalara vurdu. Üç ve dört yaşlarındaki çocuklar denize atılarak boğuldu. Katliam bittiğinde cesetler ya denize atıldı ya da sahile yığıldı ve bir salgın hastalık tehdidiyle karşı karşıya kalındı.


Olayların başlamasından önce Yunanistan'da 50 000'e yakın Türk yaşamaktaydı. 1821 yazına gelindiğinde onların neredeyse tamamı öldürülmüş veya kaçmak zorunda bırakılmışlardı. 

Yunanistan Türkleri kendilerinden sonra çok az iz bıraktılar. Onlar ansızın ve tamamen 1821 yazında yok oldular. Bu yok oluş tüm dünyanın gözlerinden uzak oldu ve arkalarınca ağlanmadı. 20 binden fazla yaşlı, erkek, kadın, çocuk Türk; kendi komşuları Yunanlar tarafından birkaç hafta içinde öldürüldüler. Bu katliam acımasızca ve tereddütsüz hayata geçirildi.

Şimdide bu cibilliyetsizler bizim olduğumuz her ortamda aptalca haklar iddia ediyorlar. Ege'de Akdeniz'de.. 

Bu günün menüsü hoşaf-ekmek olsun..  

Bugünün anısı için ne yazsak boş ne desek yavan.Çanakkale destanı dünya savaşlar tarihinde eşi benzeri olmayan bir sürü olayın yaşandığı ve adına gerçekten destan denilirken hak eden bir geçmişe sahip bir ünvan.düşünsenize hangi savaşta birbirinin içine geçmiş mermi görebilirsiniz veya görseniz bile bu kaç adet olur veya hangi babayiğit 285 kg'lık top mermisini sırtına alıp hemde 3 kez ardı ardına o topa sürüp düşman gemisini yer ile yeksan etmek adına hedefine gönderebilir.

Yazılacak 10'larca hatta yüzlerce destan ve hikaye var Çanakkale ve Anafartalar Baş Kumandanı Gazi Mustafa Kemal paşa ve Silah arkadaşları için bizde bugün bunlardan bir tanesini kaleme alalım istedik,Gözlerimizde yaş,dudaklarımız da dua kalbimizde Saygı ve Rahmet ile.

Allah tüm şehitlerimizin şefaatine bizleri mazhar eylesin.

18 MART ANISINA


Rahmetli Seyit İlşekerci’nin eczanesinde oturuyordum. İçeri genç bir karı-koca girdi. Bana “Hocam, sizi televizyonlardan tanıyoruz. Bizim dedelerimiz de Çanakkale’de kalmışlar. Dönmemişler. Bir sorumuz var. Çanakkale Savaşlarına katılıp da en son gelen kaç tarihinde geldi?” diye sordular.

Ben: 

“Kayıtlara göre en son 1952 de iki kişi dönmüş. Biri Burdur’a, diğeri Zonguldak’a dönmüşler.” Dedim.

Yanımda oturan Üçpınar köyünden Remzi isimli arkadaş atıldı: 

“Hocam, o da bi şey mi? Bizim köye tam 64 yıl sonra biri çıktı geldi..”

Ben çakı bulmuş çocuk gibi sevinerek atıldım: “Nasıl oldu? Anlat bakalım.


“1978 yılında Balıkesir İstasyonunda elinde bir torba, garip kıyafetli yaşlı bir ihtiyar iner. İstasyon önündeki taksilerden birine sorar: 

“Oğlum, beni Üçpınar köyüne götürü müsün?

“Götürem amca, bin arabaya?”

O zamanlar Üçpınar’a giden yol, eski garajın üzerinden geçerek Toygar’dan Üçpınar’a giderdi. Şoför oraya doğru arabayı sürerken Toygar Tepe’ye geldiklerinde şoför: “Amca, bak Üçpınar Köyü karşıda..”

Adam: 

“Yok oğlum.. Değil. Bizim köyün evlerinde dam yoktur. Bu köyün bütün evlerinde dam var.”

Biraz daha giderler. Yolun hemen solundaki köyün mezarlığı önünden geçerken, adam: “Dur..!” der. Dururlar. Adam taksiden iner, mezarlığa girer, bir ağaca sarılır. Biraz sonra gelir.

“Tamam oğlum, burası bizim köy. Bu ağaç Hacı Abdullah’ın çetlemiği(çitlembik). Tanıdım.

Giderler. Taksi köy kahvesi önünde durur. Adam iner kahveye girer.

Yaşlı adam bir yere oturur. Hiç konuşmadan kahvedekilerin yüzlerine defalarca dikkatle bakar. Kahvedekilerden birisi muhtara gider, kahveye garip bir ihtiyarın geldiğini, hiç konuşmadan herkesin yüzlerine baktığını söyler.

Muhtar hemen kahveye gelir. İhtiyar adama:

“Amca, sen birini mi arıyorsun? Sen kimsin? Nerelisin?”


“Kimseyi aramıyorum oğlum ben de bu köydenim.”

“Amca, ben yirmi senedir bu köyde muhtarlık yapıyorum. Seni tanımıyorum. Kimlerdensin sen?”

“Çok oldu oğlum. Beni ancak ihtiyarlar tanır. Onları çağırır mısın?”

Biraz sonra köyün bütün ihtiyarları kahveye toplanır. Ama kimse geleni tanımamıştır. İhtiyar sormaya başlar: “Süleyman Çavuş?”,

 “Öldü.”,

 “Recep?”, 

“Öldü”, 

“Koca Salih?”,

" Öldü.”, 

“Topal Murat?”, 

“Öldü.”,

 “Eyüp Çavuş..?”,

 Yaşlı bir adam yavaşça ayağa kalkar. 

“Eyüp Çavuş benim..” Bakar.. Bakar.. Bakar.. Bakar.. Sonra birden gelen misafire sarılır. “Muhammet(Remzi), sen misin? Sen misin be? Nerede kaldın bunca zamandır? Nerelerdeydin be?”

Eyüp Çavuş tanımıştır geleni.

Anlatır. Çanakkale Cephesinde harp 1916 yılı başında bitince, Gazze Cephesine götürülür. Orada yaralanınca, Halep’de Asker Hastanesinde tedavi edilirken İngilizler gelir. Halepliler;

 “Bunlar bizim insanlarımız. İngiliz gâvuru, bunlara eziyet eder.” 

Diyerek yaralıları hastaneden kaçırıp evlerine götürürler. 1918 de olan bu olayın üzerinden yıllar geçer. Bir türlü gelemez bizim askerler.

Üçpınarlı Muhammet de orada kalır. Evlenir. Çocukları olur. Ama vatan hasretiyle harıl harıl yanmaktadır. Ancak altmış dört yıl sonra son bir kere daha vatanını görmek arzusu ile Balıkesir’e Üçpınar’a gelmiştir. Son bir kere daha görmek için.

Sorar; 

“Bizimkilere ne oldu? Yaşayan var mı?

“Ne olacak bunca zaman, anan öldü. Baban öldü. Abin öldü. Ablan öldü. Amcan öldü, Dayın öldü. Karın öldü. Ama kızın sağ.”

“Neeee? Kızım sağ mı? Aaah benim bir de kızım vardı. Ben gittiğimde on beş günlüktü. Nerede şimdi benim kızım şimdi?”

“Bak şu caminin yanındaki ev muhtarın evi. Onun yanındaki değil de öteki ev kızının evi. Biz ona Çakır Hatça” deriz.”

“Ama kızım beni tanımaz ki?”

“Bekle. Ben söyleyip geleyim.”

Gider. Hatça Teyze avluda leğende çamaşır yıkamaktadır. Eyüp Çavuş telaş içinde avluya girince; 

“Hayrola, Eyüp Dayı, Ne var?”

“Hatça kızım, sana müjdeli bir haberim var. Baban geldi.. Baban sağ..”

Hatça Teyze; 

“Iıııııh.!” Diyerek bayılır. Biraz sonra ayıltılınca; “Eyüp Dayı, bu nerden çıktı. Şimdiye kadar bana hep babamın şehit olduğunu söylediler ya.?”

Kızım gelen baban. Ben tanıdım.”

“Nerede babam?”

“Kahvenin önünde.”

Hatça Teyze hemen fırlar. Eyüp Çavuş da arkasından çıkar. Gelen Muhammet(Remzi) Çavuş gelenleri görünce o da koşarak karşılamaya gelir. Ama ikisi de birbirlerine yabancıdırlar. Öyle ya hayatın bin bir derdi ile gurbet ellerinde kalmış, bir kızı olduğunu unutmuş birisinin altmış dört yıl sonra yaşlı bir kadın karşısına çıkıyor ve onun kızı olduğu söyleniyor. Altmış dört yıl babasının öldüğü söylenen birisine de, karşısında duran ihtiyar adamın babası olduğu söyleniyor.

Karşı karşıya gelip garip bir şekilde birbirlerine bakıyorlar.

Biraz sonra Eyüp Çavuş: “Kızım Hatça, bu senin baban. Ben kendimden nasıl eminsem, bu adamın senin baban olduğundan eminim. Öp elini.” der.

O gece Üçpınar Köyünde bayram yaşanır. Herkes bu yeni duydukları akrabalarını ziyarete gelirler. Muhammet Çavuş on beş gün kadar, köyünde dolaşır. Tarlalara gider, tepelere çıkar.

On beş gün sonra kızına: “Kızım, ben artık gidiyorum.” der.

Kızı: “Baba, nereye gidiyorsun? Bu gördüğün her şey senin ya”

“Hayır kızım. Ben artık Halepliyim. Orada kardeşlerin var. Bir oğlum, bir kızım var. Ben sadece bir kere daha yurdumu, vatanımı ölmeden önce bir kere daha görmek için geldim.” der ve ertesi gün gider.

Ertesi yıl gene gelir. bu sefer oğlunu ve kızını da getirmiştir.

Oğlu Halep’te inşaat mühendisi imiş. Onun adını da

 “Muhammed Remzi” koymuş. Kahvede kendisine sormuşlar. “Senin adın Muhammed. Ama oğluna neden kendi adını verdin?”

“BEN VATAN HASRETİ İLE YILLARDIR O KADAR YANDIM Kİ, BEN ÖLMEDEN VATANIMA KAVUŞAMAZSAM, ADIMI HİÇ DEĞİLSE OĞLUM GÖTÜRSÜN VATANIMA DİYE KENDİ ADIMI VERDİM ONA DA”

Kızının adını ne koymuş biliyor musunuz?

O altmış dört yıl hasretini çektiğinin adını koymuş.

Dünyanın en güzel adını koymuş.

Kızının adı “TÜRKİYE”


KIZININ ADINI “TÜRKİYE” KOYMUŞ…

Türkiye bu yıl 82 yaşına bastı. 

Aydın Ayhan.

Hayır, hem adamı vatanından süreceksin hem de yanına hiçbir şey almamasını isteyeceksin.. o zaman vicdansız olan kim? gönderen tabi ki

Sonra ne oldu, Osmanlı hanedanı yurt dışında rezil rüsva oldu.. sorumlusu kim. kansızın biri. 

İşte coronadan da beklenen aksiyon bu, Dünyayı yönettiği söylenen eller bu gibi devasız bir salgın ile insanlığın sayısını azaltmayı ve dünyadaki sınırlı kaynakları kendileri için toplamayı istiyorlar.. 

Dünyada en zor şey, bir insanın ağzını tutamaması.

Gıybet, cehennemin kapı anahtarıdır...

Medusa deyince mitolojik bir canavar aklımıza geliyor. Saçlarında yılanların olduğu, gözlerine bakanı taşa dönüştüren bir canavar. Ama aslında “Kadınların en büyük düşmanının Kadın” olduğunu anlatan bir hikayesi var. Kainatın 'tanrılar ve tanrıçalar' tarafından bölüşülüp yönetildiği çağlarda Medusa herkesi kıskandıran güzelliğiyle tanınır, bütün tanrıları da kendine aşık ederdi. Medusa öylesine güzel bir kadındı ki yeryüzünde onun güzelliğine rakip olabilecek bir canlı dahi bulunmazdı. Medusa ise iki kız kardeşi ile birlikte kendini tanrılara adamıştı ve  Tanrıça Athena’ya ait bir tapınakta yaşıyordu. Phorkus ve Keto’nun kızları olan bu üç kardeşten yalnızca Medusa ölümlüydü. Athena denizlerin efendisi Poseidon ile birlikteydi. Kudretli tanrı Poseidon, karısı Athena’nın tapınağında yaşayan güzeller güzeli Medusa’dan haberdardı. Poseidon, her ne kadar Athena’nın yüzüne karşı Medusa’ya olan ilgisini inkar etse de onu bir türlü aklından çıkaramıyordu. Medusa’ya duyduğu tutku Poseidonu neredeyse deliliğin eşiğine getirmişti. Sonunda bu vahşi tutkuya engel olamayıp Athena’nın tapınağında Medusa’ya tecavüz etti. Medusa, yaşadığı bu kötü olaydan sonra Athena'nın tapınağında kalmaya devam ediyordu etmesine ama harap bir haldeydi.Athena ise olanları duyup büyük bir kıskançlığa ve öfkeye kapılmıştı.  Yaşadığı aşağılanmanın biletini Medusa’ya kesip onu en ağır şekilde cezalandırmaya karar veren Athena'ya göre Medusa ve kardeşleri büyük acılar çekmeli ve öyle hemen ölmemeliydi... Athena onu ve kardeşlerini birer ifrite dönüştürdü. Dünyalar güzeli Medusa’nın yüzü artık öylesine çirkindi ki kimse bakamıyordu. Saçlarının her teli bir yılana dönüşmüştü. Athena bununla yetinmeyip Medusayı, bakan herkesi bakışlarıyla taşa dönüştürecek bir lanetle lanetledi.Athena’nın Medusa’ya olan öfkesi bir türlü geçmek bilmiyordu. Verdiği cezaların hala yetmediğine kanaat getirip onu öldürmesi için Zeus’un  oğlu Perseus’u görevlendirdi. Ona silahlar verdi. Perseus, keskin kılıcıyla Medusa’nın başını gövdesinden ayırdı. Bilmedikleri şey ise Medusa’nın Poseidon’un çocuklarına hamile olduğuydu. Çocukları Pegasus ve Chrsyar, Medusa’nın cansız bedeninden çıkıverdiler. Perseus, Medusa’nın başını ve üzerindeki laneti silah olarak kullanmaya devam etti.Zavallı Medusa tek suçu olmamasına,üstüne üstlük Poseidon tarafından da tecavüze uğramasına rağmen Athena'nın gazabının hedefi olmuş,tek bir güzel gün görmemişti.

Velhasıl Kelam Güzellik her dönem başa bela.Allah insana çirkin şansı versinler diye boşa dememişler. :))))










Anadoludaki ilk dini-ayrılıkçı bir isyandır.

İsyanın baş müsebbibi olan Bedrettin, Yunanistan'da küçük bir kasaba olan Simavna'da (Kiprinos) kadılık yapan bir zatın oğlu olarak dünyaya geldi (1359). İlginçtir ki; kadı olan babasının adı İsrail'dir. Franz Babinger'in tespitine göre 2. İzzeddin Keykavus'un kardeşi Abdülaziz'in Musevi asıllı hanımından olan İsrail, Dimekota kalesinin Rum beyinin kızıyla evlenmiş, bu evlilikten Bedrettin dünyaya gelmiştir.

Bedrettin, çocuk yaşta başladığı din eğitimi ile önce Bursa'ya gelmiş, ardından eğitim hayatı kademe kademe yükselerek önce Konya, ardından Suriye ve Kahire'de yüksek eğitim görmüştür. Kahire'de ki hocası Hüseyin Ahlati'nin tavsiyesi üzerine Tebriz ve Kazvin'e giderek burada Batıniliği öğrenir. Batınilik, Kur-an'ın derin anlamlarının olduğunu, bu anlamların ise yalnızca "masûm" zatlarca anlaşılabileceğini, harflerin rakamlara dönüştürülerek yapılan bir takım hesaplamalar ile (Ebced) gizemli bilgiler edinilebileceğini, bunun yanında antik İsrailiyat'ta da geçen kabalistik bir takım görüş ve fikirleri benimseyen ve henüz ortaya çıkmış sıradışı bir inanıştı. Bu inanışın kökenleri Alamut Kalesine ve Hasan Sabbah'a kadar kadar dayanıyordu. Bu akım zamanla Ahmet Yesevi'nin öğretisi olan Bektaşiliğe nüfuz edecek, önce Bektaşiliği Batınilikle harmanlayacak, ardından Şii'lik ve Alevilik gibi farklı akımların ortaya çıkmasına zemin hazırlayacaktır.

Bedrettin, ileride başlatacağı isyanda en yakınında olacak isimlerle tanışacağı bir yolculuğa çıktı. Bu yolculuğun ilk durağı olan Karamanoğlu topraklarında fikirlerini benimseyen insanlar bulmayı başardı. Buradan Germiyanoğlu topraklarına gitti ve ileride isyanın baş aktörlerinden biri olacak "Börklüce Mustafa" ile tanıştı. Ardından Bursa'ya geldi. Burada da yine en yakın dostlarından biri olacak "Torlak Kemal" ile tanıştı. Bedrettin'in sonraki durağı Edirne hayatının dönüm noktası olacaktır.

Bedrettin'in Edirne'ye yerleşmesi ve burada da sevenlerinin artması Fetret Devrine tekabül eder. Hükümdarlık makamını ele geçirmiş olan Musa Çelebi, Bedrettin'e büyük hürmet göstererek kendisini kazasker (Kadı Asker) olarak vazifelendirir (1411).

Bedrettin, öğretileriyle Musa Çelebi'yi de etkilemeyi başarmıştır. Ancak Mehmed Çelebi'nin hükümdarlığa geçmesi üzerine vazifesinden alınarak kendisine hatırı sayılır bir maaş bağlanır ve İznik'e yerleştirilir. 

Bedrettin bu yıllar içerisinde yakın dostları olan Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa öğretilerini geniş kitlelere yaymaktaydı. Sevenlerinin her geçen gün arttığını gören Bedrettin, elde ettiği bu kudreti hükümdarlığı ele geçirmek için kullanmaya tevessül etti. Önce Karadeniz'e, oradan da Eflak'a geçti. Eflak voyvodası Mirça'dan aldığı destek ile birlikte Silistire, Dobluca ve Deliorman bölgesine yerleşerek bu bölgeyi isyanın merkezi olarak tayin etti. Börklüce Mustafa, devlete küskün olan bir takım köylüleri bir araya getirerek yaklaşık 5 Bin kişilik bir kuvvet meydana getirir. İsyanın ilk ateşini Karaburun Yarımadasında (Aydın) yakar. Börklüce Mustafa önderliğindeki isyancılar, isyanı bastırmak için görevlendirilen Saruhan Bey komutasındaki küçük bir birliği mağlup etmeyi başarır ancak ardından Mehmed Çelebi'nin oğlu Murad Bey komutasındaki birliğin ulaşması üzerine mukavemet gösteremezler. Nihayetinde isyan bastırılır ve Murad, Börklüce'yi çarmıha gererek cezalandırır. Anlaşılan o ki; Bedrettin isyanı gayri İslâmi olarak görünmüş, cezası da ibret olması amacıyla gayrimüslimlerin adetlerine göre tertip edilmiştir. Diğer taraftan nispeten daha zayıf bir teşebbüste bulunan Torlak Kemal'in isyanı süratle bastırılır. O da isyancılarıyla birlikte öldürülür.

Nihayetinde şeyhlerinde keramet arayan müritleri, Bedrettin'de o ümitle bekledikleri kerameti görememiş olacaklar ki, doğrudan kendileri zapt edip Mehmed Çelebi'nin huzuruna getirirler. Katli vacip ilan edilmiş olan Bedrettin, Deliorman'da kurulan bir mahkemede Kadı Mevlana Haydar tarafından suçlu bulunup idama mahkum edilir.

Müritleri, Bedrettinin ölü bedenini pazardaki bir dükkanın önünden alarak yakınlarda ki bir mezarlığa defnettiler. Mezarından geriye kalan kemikleri 1924 yılında Yunanistan ile yapılan mübadelede Türkiye'ye getirilmiş, bir süre muhtelif yerlerde muhafaza edildikten sonra 2. Murad'ın türbesinde bir yer ayrılarak buraya nakledilmiştir.

Kösedağ Savaşı netice itibari ile Selçuklu ve Türk tarihinin en utanç verici savaşı ve neticesi olarak kabul edilir.. Bu savaş sonunda Anadolu Müslüman halkı on yıllarca Moğol zulmü altında ezilir.  

Ancak nihayetinde sulh yapılır ve Anadolu Selçuklu Devleti, Moğollara ağır vergiler ödemeye mahkum edilir. 

Kösedağ Savaşı’nın sonucu olarakta Anadolu Selçuklu Devleti yıkılma sürecine girmiştir

Kösedağ Savaşı, Anadolu Selçuklu Devletinin Anadoluya gelen Moğol ordularına yenilmesiyle sonuçlanmıştır. 

Türk-İslâm tarihinde fevkalade öneme sahip olan bu savaş sonrasında Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılma süreci başlamıştır. 

Moğollar, Anadolu Selçuklu Devletinin güçlü hükümdarı Alaeddin Keykubat’dan çekiniyorlardı ve bu sebeple Anadolu coğrafyasına giremiyorlardı. Alaeddin Keykubat’dan sonra Anadolu Selçuklu Devletinin hükümdarlığını devralan 2. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında Babai ayaklanması meydana gelmişti. Selçuklu ordusu, bu isyan sonucunda oldukça yıpranmış durumdaydı. Moğollar, Anadolu Selçuklularının içine düştüğü bu zor durumdan istifade ederek Anadolu İçlerine doğru sefere çıkmak üzere İran’da bulunan Moğol ordularının komutanı Baycu Noyan’ı başa getirdiler. 

Babai (baba ilyas) İsyanından sonra patlak veren Baba İshak isyanını fırsat görerek 1242 senesinde Erzurum’a ilk saldırısını gerçekleştirdi. Büyük zulümler ve katliamlar yaparak Müslüman halkın mallarını gaspedip yağmaladılar. 

Gıyaseddin Keyhüsrev, bunu haber alınca 80 Bin kişilik bir orduyla Sivas’ın 80 Km. doğusunda Kösedağ mevkiinde sulak ve otlak bir alana yerleşti. Bu alan askeri teknikler açısından oldukça dez avantajlıydı. Zira Moğol taarruzlarına karşı savunma hatları nizami değildi ve düzen bozabilecek taarruzlara karşı yeteri kadar güvenli bir bölge niteliği taşımıyordu. 

Gıyaseddin Keyhüsrev, babası Alaeddin Keykubat kadar tecrübeli ve kudretli bir hükümdar değildi. Yeteri kadar savaş tecrübesi olmaması sebebiyle önemli kararları ordu komutanlarının kararlarıyla verebiliyordu. Moğolların harekete geçtiğini öğrenince komutanlarına danışarak ikmal imkanları hasebiyle Sivas’da yerleşip buradan savunma yapmaları telkinini aldı. Ancak devlet erkanının tavsiyeleri taarruz etmek yönündeydi.

Gıyaseddin Han, stratejik noktalardaki hazırlıklarını tamamlayıp savunma yapar halde Moğol ordusunu beklemeye koyuldu. Ancak ordusunun gücüne güvenen ve zafere kesin gözüyle bakan devlet erkanı, kendisine taarruz etmeyi tavsiye edince, yeterli savaş tecrübesi bulunmayan Sultan, tedbir ve askeri nizam kurallarını çiğneyerek düşmanı taarruz ederek karşılamaya karar verdi. Moğol ordusunun kadim Türk Savaş Taktiği olan Turan Taktiğini kullanarak geri çekilmesiyle Moğol öncü güçlerinin peşinden gitmeye başladılar. Bu stratejik bir hamleydi ve Kösedağ Savaşı'nın sonucunu etkileyen büyük bir hata olmuştur. 

Daha önce savaş yönetmemiş olan Gıyaseddin Keyhüsrev, öncü kuvvetlerin bozguna uğradığını ve mağlub olunduğunu zannederek otağını ve hazinelerini bile yanına almadan geri çekildi. Oysa ordu yenilmemişti ve halen savaşa devam etmekteydi. 

Seçuklu Ordusu Gıyaseddin Keyhüsrev’in kaçmasından haberi olmadan hava kararana dek Moğol ordusu ile çarpışmaya devam etti. Hava kararınca geri dönen ordu, Sultan’ın kaçtığını görünce askerlerde otağlarını bırakarak ani şekilde cepheyi terk edip döndüler. Gün aydınlandığında Selçuklu askerlerinin ortadan kaybolduğunu ve çadırlarını terk ettiğini gören Moğollar, önce bunun bir hile olduğunu sanıp iki gün boyunca bekleyip taarruz etmediler. 

Nihayetinde sonuç almak isteyen Moğollar, çadırların bulunduğu alana kadar ilerlediğinde Selçuklu ordusunun tamamen geri çekildiğini şaşkınlıkla görmüş ve Selçuklular için utanç verici, Moğollar içinse kolayca kazanılan bu savaş sonrasında Erzincan, Sivas ve Kayseri’ye kadar ilerlemiş oldular. (3 Temmuz 1243).

Bu Savaş Sonucunda

Bu utanç verici bir mağlubiyet sonrası Anadolu içlerine kadar ilerleyen Moğollar, istila ettikleri şehirleri yağmalayıp halk üzerinde büyük zulümler gerçekleştirdiler. Tam anlamıyla bir basiretsizlik sergileyen Gıyaseddin Keyhüsrev’in veziri Mühezzibüddin Ali, Moğol Başkumandanı Baycu Noyan’la görüşerek daha fazla ilerlememesi için tavsiyeler, hediyeler ve siyasi eylemlerde bulunarak Moğolların daha fazla ilerlemesine engel oldu. 

Tam filmi yapılacak tarihi öneme sahip zafer dolu bir savaş.. Ama günümüz yapımcılarında bu filmi hak ettiği kalite de yapacak birilerinin olduğunu sanmıyorum..

17 Eylül 1176 da Anadolu Selçuklu Devleti ile Bizans İmparatorluğu arasında, Denizli ilimiz sınırları içinde gerçekleşmiş, Anadolu Selçuklu Devletinin kazandığı bu savaşla Türklerin Anadolu’daki hakimiyetini kesinleştirmiştir. 

Anadolu Selçuklu Sultanı 2. Kılıç Arslan, stratejik avantajlarını ortadan kaldırıp ağır hasarlar verdiği Bizans ordusunu tam manasıyla sindirmiş ve üstünlüğü ele geçirmişti ancak savunma yaparak daha az kayıp veren Bizans ordusunu tamamen yok etmenin kolay olmayacağını görüp İmparator Manuel’e barış yapmayı tercih etti. Sultanı 2. Kılıç Arslan Elçisini, bir İran savaş atı ve bir kılıç hediyesiyle birlikte barış şartlarını müzakere etmek için Bizans İmparatoru Manuel’e gönderdi. Yapılan müzakere de Eskişehir ve Gümüşsu kalelerinin yıkılması şartıyla Bizans ordusuna saldırı olmadan geri çekilebileceğini teklif edince Manuel, çaresizliğin verdiği tesir ile barış teklifini derhal kabul etmiştir. 

Nihayetinde Miryokeflon Savaşı Bizans için bir hezimet, Selçuklular için ise Anadolu’nun hâkimiyetini kesinleştirdiği mühim bir başarı olmuştur. 

Miryokefalon Savaşı ile Selçuklular, Anadolu üzerindeki hakimiyetlerini kesinleştirmiş, Bizans bu tarihten sonra Anadolu üzerindeki emellerinden vazgeçmek zorunda kalmıştır.

2020 senesinin son periyoduna girmiş bulunurken, bu sene yaşanan önemli olaylara dair de bir başlık açmak içimden geldi. Gerçi, bu konuya dair deftere günlük de tutacağım. Ancak, buraya da aklıma gelen önemli hadiseleri not düşmek isterim: Ülkemiz açısından Elazığ Depremi, koronavirüs salgınının yayılması Mart dalgası, Süper Lig'deki son sıra takımlarının küme düşmemesi, Yörsan'ın iflas etmesi, İstanbul Üniversitesi Açık ve Uzaktan Öğretim Fakültesi Psikoloji Bölümü'nün tartışmalı şekilde kapatılması, İzmir Depremi, Kadir Şeker cinayeti, eski devlet insanlarından Mesut Yılmaz'ın vefat etmesi aklıma gelen başlıca önemli olaylar... Dünyada ise, Amerika Birleşik Devletleri ile İran'ın sözlü savaşları, koronavirüs salgını, Avustralya'daki orman yangınları, Azerbaycan Ermenistan savaşı, Bayern Münih'in Barcelona'yı deplasmanda 2-8 gibi tarihi bir skorla yenmesi, Amerikan başkanı Donald Trump'un seçimleri kaybetmesi ve yerine Joe Biden'in seçilmesi aklıma gelen belli başlı önemli olaylar...


Seferberlik emrine uyarak Kafkasya harekatına gönüllü olarak katılan onbinlerce askerimizin Allahuekber Dağları’nda bir tek mermi dahi atamadan şehadete yürüdüğü efsanevi harekatın adıdır Sarıkamış harekatı !

Her yıl onların yaşadıklarını anlayabilmek adına binlerce kişi onların yürüdüğü yoldan Allahuekber dağlarına çıkarak şehitlerimizi yâd etmektedirler,

Tarihte de çok bahsedildiği ve bilindiği üzere istedikleri ekipman ve kışlık kıyafetlerinin kendilerine ulaşmaması neticesinde ellerindeki yetersiz ekipman ve kıyafetle bu harekâta kalkışmak cesaretlerini bir kez daha gözler önüne sermektedir.

Bizlere bu vatanı bırakabilmek için onlar gibi şehid olan veya onlardan çok daha farklı olarak savaşarak çarpışarak şehit olan tüm şehitlerimizi rahmetle anıyorum,

Ruhları şad, Mekanları Cennet olsun...

Tarihte eşine pek az rastlanır bir hareket yapılmaya çalışılmış ve maalesef binlerce vatan evladı Mehmet’imiz bir tek kurşun dahi atamadan donarak şehit düşmüştür,

Sarıkamış Şehitleri bu yüzden ülkemizde hep bir farklı anılmış o zorlu şartlara rağmen üzerlerindeki yetersiz malzemeyle bu harekete kalkışarak baştan şehadeti göze almışlardır,

Bu Vatan ne onları ne de onlardan önce ve sonra şehit olan hiçbir kahramanını unutmayacaktır...

Gençliklerinin baharında hayatlarını bu vatan için veren tüm şehitlerimizi rahmetle anıyorum,

Sarıkamış destani ise çok daha fazla bizleri üzen can yakan bir destandır adeta.

Binlerce Mehmetçiğimiz bir tek mermi dahi sıkamadan soğukla olan mücadelesini kaybetmiş ve bu vatan için şehit düşmüştür.

Harekat için kışlık malzeme taşıyan üç vapurumuzun Karadeniz’de batırılması sonucu mehmetçiklerimiz üzerlerindeki mevsimlik kamuflaj ve yetersiz ekipmanla bu harekâtı yapmak zorunda kalmış ve maalesef donarak şehit olmuşlardır.

Hepsini bir kez daha rahmetle ve minnetle anıyorum.

Her yıl bu zamanlar geldiğin de aklıma gelir hikayesi üşürüm!!!

Kimisine göre hain olan Enver Paşa'nın düşünmeden verdiği ani bir karar ile onca asker telef oldu.. tabi Allah bir kader yazmış olan o ama onca can'ın yitirilmesi ve o canların donarak şehit olmaları hep acıtmıştır içimi..

"ALLAH GANİ GANİ RAHMET ETSİN" her bir Sarıkamış şehidine.. 

22 Aralık 1914'te başlayan ve binlerce vatan evladının Allahüekber dağlarında donarak şehit olmasıyla sonuçlanan Kafkasya harekatına verilen isimdir.
ALLAH HEPSİNE RAHMET ETSİN...

Bu Osmanlının tadi damağında kalan ve 2 saatte Macarları palafoşt ettiği savaş değil mi? yani bozguna uğrattığı.. :)

Osmanlı Devleti’nin 14. yüz yıldan itibaren Rumeli’ye geçmesinin ardından Katolik dünyasının öncüsü olarak Macarlar, Osmanlılarla iirili ufaklı yapılan savaşlardan  hep yenilgiyle çıktı. Özellikle, 1440 ve 1456’da iki defa kuşatıldığı halde alınamayan Belgrad’ın 1521’de Osmanlı Devleti tarafından ele geçirilmesi, Macar Krallığı için büyük bir şok oldu. 

Sultan Süleyman, 10 Mart 1526’da Rumeli komutanlarına, Anadolu Beylerbeyi Behram Paşa’ya, Bosna Beylerbeyi’ne ve Kırım Hanı’na sefere hazırlanmaları için emir verdi. Sefere Kapıkulu askerleri, Suriye ve Mısır vilayetlerinin askerleri de katıldı. Osmanlı Sultanı I. Süleyman, 23 Nisan 1526’da 60.000 kişilik ordu ve 300 top ile sefere çıktı. Rumeli beylerinin kuvvetleri de bu orduya katıldı. Hiçbir direnişle karşılaşmadan Macar topraklarına giren ve kalelerini fetheden Osmanlı ordusu, ardından Drava Nehri’ni aştı ve ordu Mohaç Ovası’na yaklaştı. Bu sırada Macar kralı II. Lajos ve başkumandan Nodor Bathory’ın başında bulunduğu Macar ordusu Osmanlı ordusunu karşılamak üzere, Mohaç Ovası’na ordugâh kurdu.

Taaruza Macarlar başladı

Macar ordusu, kendi savaş planı gereğince iki safa ayrıldı. İlk saf, merkez, sağ ve sol olmak üzere kurulurken, ikinci saf ise dört koldan meydana geliyordu. Kral II. Lajos bu safta yer alırken, Macarlar 29 Ağustos’ta taarruza başladı. Mohaç Ovası’nın bir yanı bataklık, öteki yanı tepelikti. Osmanlı ordusu ise, arka arkaya üç saf hâlinde düzene girdi. Ön safta veziriâzam İbrahim Paşa komutasında Rumeli ordusu, ikinci safta Behram Paşa kumandasında Anadolu ordusu, üçüncü safta ise yeniçerilerin komutanı olarak Kanuni bulunuyordu.

Kanunî Sultan Süleyman, çevreye gönderdiği akıncılarla, Macar ordusunun yardım almasını önledi. Osmanlı ordusu, 28 Ağustos 1526'da Mohaç ovasına geldi. Başta Kanunî, veziriâzam İbrahim Paşa olmak üzere ordunun bütün komutanlarıyla, eski ve tecrübeli askerlerinin katıldığı bir savaş meclisi toplandı. Bu mecliste Yahyapaşazade Malkoçoğlu Bali Bey, birbirlerine zincirlerle bağlı zırhlı Macar süvarilerinin çok tehlikeli olduğunu ve kitle halinde saldırının sakıncalı olacağını, düşmanın yan ve gerilerine yapılacak saldırıların daha çok yarar sağlayacağını söyledi; teklifi, padişah ve mecliste hazır bulunanlarca kabul edildi. Macar ordusu, kendi savaş planı gereğince iki safa ayrıldı. İlk saf, merkez, sağ ve sol olmak üzere kuruldu. İkinci saf ise dört koldan meydana geliyordu; II. Lajos da bu safta bulunuyordu. Macar ordusu, 29 Ağustos'ta taarruza başladı.

Mohaç ovasının bir yanı bataklık (Karasu bataklığı), öteki yanı tepelikti. Osmanlı ordusu, Bâli Bey'in teklifi üzerine, arka arkaya üç saf hâlinde düzene girdi. Ön safta veziriâzam İbrahim Paşa komutasında Rumeli Ordusu, ikinci safta Behram Paşa kumandasında Anadolu Ordusu, üçüncü safta ise yeniçerilerin komutanı olarak padişah bulunuyordu. Savaş planı gereğince, Macar saldırısı beklenecek, saldırılar Osmanlı ordusunun merkezine yönelince, Osmanlı kuvvetleri yanlara doğru açılarak, Macar süvarisini topların karşısında bırakacaktı.

Savaş, Macarların sağ kuvvetlerinin ani saldırısıyla başladı. Bu kuvvetlerin karşısındaki sol yanda bulunan Rumeli Ordusu, bir süre çarpıştıktan sonra geriye dönünce, onları iten Macar zırhlı süvarileri Osmanlı topçusunun etkili menziline girdi; daha önce topçu isabet sağlayamamış, atışlar süvarilerin üzerinden geçmiştir. Topçu ateşi devam ederken arkadan ikinci Macar safı ilerlemiş ve Türklerin ordugahına giren bu Macar piyadesi yağmaya girişmiştir. 15-20 dakika sonra Türk ordusunun merkezi ve yeniçeriler Macarlar üzerine yoğun bir ateş açmışlardır. Açılan bu ateş oldukça tesirli olmuş ve Macarlar ateş altında büyük zayiat vererek ezilmiştir. Osmanlı kaynakları Süleyman Ruznamesi ve Kemalpaşazade ile Peçevi yeniçerilerin yoğun ateşinde Macarların telef olduğunu doğrular.

Terihin en kısa savaşlarından biri olan Mohaç muharebesi Avrupada ve Müslüman aleminde çok yankı bulan bir savaş olmuş ve İslam devletleri Osmanlıyı tebrik etmişlerdir.

Mohaç yenilgisi, neticeleri bakımından Macar milletinin asırlarca ızdırabını çektiği bir olay olmuştur, ancak Macar Krallığı'nın kısıtlı ordusu ve bozuk ekonomisine rağmen Macar ordusu başkomutanı Tomori'nin bütün çarelere başvurduğu ve takdir edilecek bir muharebe planı hazırladığı değerlendirilir.

Savaştan sonra altı gün dinlenen Osmanlı ordusu, daha sonra Macar Krallığı'nın başkenti Budin'e ilerlemeye başlar. Başta kraliçe Maria olmak üzere soylular, devlet adamları ve tüm Macar halk kaçtığı için, şehirde yalnızca Yahudiler kalmıştı. Yahudilerin başkanı Salamon'un başında bulunduğu bir heyet, Foeldward kasabasında, Budin kalesinin anahtarlarını Kanunî Sultan Süleyman'a teslim etti.

2 3 4